Erzurum İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü

Erzurum Efsaneleri

ERZURUM  EFSANELERİ

Erzurum tarihi oldukça eskilere dayanır; sözgelimi bu tarihin derinlikleri bakımından MÖ 4900’lardan dahi söz edilebilir. O kadar ki, İskitler’den  Urartular’a Kimmerler, Medler, Persler, Partlar, Romalılar, Araplar, Bizanslılar, Selçuklular ve  Osmanlı dönemine kadar uzanarak gelen bu tarihsel süreç içerisinde dönemsel olarak Sasaniler, Moğollar, İlhanlılar ve Safaviler den dahi söz edilebilir

Doğusuyla, Batısıyla, Güneyi ve Kuzeyiyle Anadolu’yu iki yandan Avrupa ya ve özellikle Turan ili - Kafkaslar, İran – Ortadoğu ve Orta Asya’ya bağlayan tarihi İpek Yolu üzerinde oluşu da bu tarihi oldukça zengin bir içeriğe kavuşturur.

Bu zengin ve derin tarih bağlamında Erzurum tarih ve kültürüne yönelik olarak birçok efsaneden de söz edilmiştir.

1-) ABDURRAHMAN GAZİ EFSANELERİ;

1) Abdurrahman Gazi Türbesi Erzurum’a iki buçuk km. uzaklıkta ve İlin Güney doğusundadır. Şiğve’ler dağının üzerinde yer alır. Türbenin mimari yönden bir değeri yoktur. Abdurrahman Gazi’den bahseden ilk tarihi kaynak H.936 M.1529 yılında Kanuni adına Erzurum ve havalisinin ilk yazıcı defteridir. Bundan sonraki defter de 1591 Abdurrahman Gazi’den ve Hz. Peygamberin (sav) alemdarı olarak bahsetmektedir.

Evliya Çelebi ise; Eğerli Dağı dibindeki Hz. Abdurrahman Gazi teferrüşgah, mürtefi, cihannüma bir tekkede medfundur. Hindi Baba Sultan da oradadır’’ der. Ayrıca Eğerli Dağından bahsederken; ‘’ Erzurum’un kıble yönünde yarım saat uzaktaki bu yüksek dağa Eğerli dağı derler. Çünkü doruğu iki çataldır ki Hınıs ve Malazgirt Kalesine, Bingöl yaylasına oradan gidilir. Bu dağda hekimlerin kullandığı bitkilerle, tutya çiçeği kokusundan insanın damağı ıtırlanır. Nice bitkiler bu dağda vardır. Nice kehhaller burada tutya toplayıp kırk yıllık hastalıkların gözlerine mil ile çeker,  mahvolmuş gözlerini aydınlığa kavuşturur. Yüz elli haneli sümbül ve rumi müşki olur. Lalesi, zerrini şakayık ve terfili, sakarı, nanesi, meşhur olup, güzel kokuları insana hayat verir’’ demektedir.

Yukarıda ki belgelerden ve halk rivayetlerinden başka elimizde Abdurrahman Gazi hakkında kesin ve tarihi bilgi mevcut değildir. Abdurrahman Gazi – I (ra) Abdurrahman Gazi Türbesinin güneyinde, türbeye yirmi metre mesafede bir ziyaret daha vardır. Halkta birisi bir rüya görür: ‘’beni bir daha ziyaret etmeyin, Abdurrahman ziyarete düşkündür, onu ziyaret edin ‘’ der. Onun için Abdurrahman Gazi’ye türbe yapılmış, kardeşine ise türbe yapılmamıştır.

2) Rivayete göre Hz. Resullullah (sav) Erzurum’a name göndererek sekiz kişinin Müslüman olmasını istemiş. Abdurrahman Gazinin de bu sekiz kişiden biri olduğu söylenmektedir. İslamiyet Hz. Ömer (ra) zamanında yayılmıştır. Abdurrahman Gazi, Ani Şehrine gelen Hz. Ömer (ra) in yanındakilerden biri olabilir. Abdurrahman Gazi’nin kabrinin biraz aşağı tarafında kardeşinin kabri bulunmaktadır. O da ashabdandır. Bu mezarın da üzerine kümbet yapmışlar fakat kaç defa yapmışlarsa ertesi günü gelmişler ki kümbet yıkılmış üstü açık kalmış. Ondan sonra açık olarak bırakmışlar.

3) Şems-i Tebrizi Hz. İran’a giderken Erzurum’a da uğrar ve Abdurrahman Gazi’deki dergâha misafir olur. Bir gece yatıp ve ondan sonra yoluna devam eder. İran ülkesini gezip döndükten sonra baktı ki bu tekkenin içinde yan taraflarda bir türbe var. Gidiş ve dönüşünün tarih bilinmiyor ama aradan birkaç yıl geçmiş olsa gerekir. Merak edip sorar; ‘…Ben buradan giderken böyle bir türbe yoktu, bu nereden çıktı?...’  Dediler ki; ‘… Efendim burada bir yatır vardır, ashabdandır. Türbeyi onun için yaptırdık….’ Daha sonra ise buralar yıkılıp dümdüz olur, ne türbe kalır ne de dergâh.

4) Erzurum’da yedi yüz sene evvel Abdurrahman Gazi türbesinin bulunduğu yerde bir dergah vardı. Burada yolcular, dervişler, sahipsizler, misafir olarak gelip kalırlar, yiyip içtikten sonra yollarına devam ederlerdi. Abdurrahman Gazi burayı ALLAH (cc) rızası ve halka hizmet için açmış. Buna benzer bir dergahı da Tepeköy’le, Dutçu köyünün üstünde bir dağda açmıştı. Kendisinin ayrıca Erzurum’un içinde muhteşem bir medresesi vardı. Bu medrese Şeyhler Camii’nin karşısında imiş. On iki ilme orada çalışırlarmış. Bunların bütün masrafları Pir Ali Baba tarafından görülürmüş. 1001 hatim’i de bu zat kurmuş, 1001 hatim’i okuyan hocalara maaşlarını verirmiş. Bu medresenin geliri için;

Kırk Değirmenler,  Dutçu Köyü, Mahanda (Börekli Köyü), Tepe Köyü, Yarımca Köyü,  Henege Köyü, Gez Köyü tahsis edilmiş. Abdurrahman Gazi’nin bulunduğu dergâhın gelirlerini de şu köyler karşılıyordu :

O civardaki tarlalar (Kömülük ve Paşa Pınarı civarı), Tebriz Kapısından, altmış dükkândan alınan gelir,  Kafaflar – Kavaflar Çarşısında bulunan dükkânlar, Şeyhler Mahallesinde bulunan evlerin gelirleri

5) İbrahim Hakkı Hz. Keşfe çıkar, Abdurrahman Gazi ‘nin (ra) yerini bulur. Dervişleriyle beraber gider, türbeyi eştirir ve türbeyi bulur, yeniden türbe yaptırır. Orada bulunan bir fakir rençberi çağırır: ‘’ Oğlum burada ki bütün tarlalar, çayırlar senin olsun yalnız bu türbeyle ilgileneceksin, temizliğine bakacaksın.’’ Erzurum’ da türbedarlar adı ile anılan ailenin buradan geldiği söylenir. Şimdi İzmir’de yerleşmiş. Diğer kardeşi Şeref Efendi hayvan ticareti ile uğraşırmış.

İbrahim Hakkı Hz. Kabri kubbenin altında olduğu için ziyaretine gelenler baş tarafından da geçebiliyordu. Saygısızlık olmasın diye Erzurumlu Şeyh Hacı İbrahim Baba baş tarafına odundan parmaklıklar yaptırdı. Böylece ashaptan olduğu da sağlam bir esasa bağlandı. Çünkü İbrahim Hakkı kutbiyet makamındaydı. Kutupluğunu ispat etmiş bir zattı.

Bazı rivayetlere göre bu türbede yatan zat Eba Müslim Teberdari’dir. Bazıları da Hz.Ebubekirin (ra) oğludur demektedirler. Fakat bizim ashabdan olduğuna dair şüphemiz yoktur. Abdurrahman Gazi’nin burada yatışı 1300 veya 1400 seneden fazladır. Hz. Resullullah (sav) devrinde mi yoksa Hz. Ömer (ra) devrinde mi gelmiş orasını bilemiyoruz. İbrahim Hakkı Hz. Kitabe bırakmış fakat kitabeden de haberimiz yoktur.

6) Elimizdeki bu efsanede Abdurrahman Gazi (ra)kimliği ve olağanüstü karakteri üzerinde durulmuştur. Tarihi belgelerle olduğu gibi rivayetlerle de Abdurrahman Gazi (ra) kimliği hakkında kesin bilgiler elde edemiyoruz. Rivayetlerden birisi onun Hz. Peygamber(sav) zamanında M.S. 570 – 632 yıllarında yaşadığını, bir diğeri Şems-i Tebriz-i zamanında yaşadığını (1247) söylemektedir.

Abdurrahman Gazi (ra) Hz. Peygamberin (sav) devrine götürülmesi ve onun zamanın kutuplarından olduğunun söylenmesi halkın ona kudsiyyet izafe etmesinden ileri gelmektedir. Abdurrahman Gazi’nin (ra) olduğu söylenen mezarların bulunması da olağanüstü şekillerde olmuştur.

1; Rüyada kendisi tarafından mezarı gösterilir.
2;Kendisi gibi ermiş bir zat olan İbrahim Hakkı (ks) tarafından mezarı bulunur. Abdurrahman Gazi’nin (ra) halk tarafından kutsal ve olağanüstü kabul edilmesine karşılık kardeşi hakkındaki rivayetler çok anlamlıdır. Bu zat üzerine türbe yapılmasına ve ziyaret edilmesine müsaade etmez Halkın gözünde sadelik ve alçak gönüllülüğünün sembolü olarak Abdurrahman Gazi’nin (ra) türbesinin yakınında yatmaktadır…

Vaktiyle bugünkü yerinde bulunan türbenin bulunup bulunmadığı açık değildir. Erzurum’da hala torunları bulunan türbedarlar ailesinin ilk fertlerinin bu türbenin ilk türbedarı olduğu söylenmekle efsanenin gerçekliği kuvvetlendirilmek isteniyor. Ayrıca İbrahim Hakkı Hz.lerinin (ks) türbede bir kitabe bırakmış olduğu da bu rivayeti ispatlamak için söylenmiş gibidir. Fakat elimizde bununla da ilgili bir belge yoktur…

2-) ÇİFTE MİNARELİ MEDRESE EFSANESİ;

Erzurum'un sembollerinden biri olan Çifte Minareli Medrese'nin bir kitabesi olmadığı için, yapılış tarihine ilişkin net bir bilgi bulunmamaktadır.

Selçuklu Sultanı Alaattin Keykubat'ın kızı olan Hundi Hatun veya İlhanlı hanedanlarından Padişah Hatun tarafından yaptırılmış olma ihtimalinden dolayı "Hatuniye Medresesi" de denilmektedir

Çifte Minareli Medrese'nin yapılışı ile ilgili olarak başat iki efsane bulunmaktadır.

         1) Bilge Seyidoğlu’nun Erzurum Efsaneleri adlı kitabına da alınan bu iki efsaneden ilkine göre:

Çifte Minareli Medresesini Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubat kızı için yaptırmaya başlamış, ancak bir savaş için yola çıkıp savaş sonucunda da sultan şehit düşünce medresenin yapımı yarım kalmıştır. Aynı rivayet içinde yer alan bir detay olarak sultanın şehadeti dolayısıyla medresenin inşasında çalışan mimarlar, ustalar ve kalfaların emeklerinin karşılığını alamayınca işlerini bırakarak ayrıldıkları yönündedir. Böylece medresenin inşası da yarım kalmıştır.

         2) Yine Bilge Seyidoğlu’nun kitabında gördüğümüz ve çokça bilinen ve söylenen İkinci efsaneye göre ise;

Medresenin inşasında görev alan bir usta ile çırağı arasında geçen hikâyeye göre;  meşhur çifte minarelerin biri usta biri de çırağı tarafından yapılmaktadır ve çırağın işi zamanla ustasından daha gösterişli bir şekil almaktadır. Gerçekten de ustanın yaptığı sağ minareye göre sol minare daha sade ve daha kolay işçilikli bir halde yükselmektedir.

Sadelikle çalışan Usta bunun farkına varmış, gerçi çırağını da biraz kıskanmış ama bu hususta fazlaca da konuşmamış belki konuşmayı gururuna yedirememiş.  Nihayetinde yaptığı işin farkında olan çırak ta giderek bir gurura kapılıp ustasını geçtiğine ve kendisinin ondan daha da usta olduğuna inanmaya başlamış. Zira yükselen minarelere bakan halk ta daha çok çırağın işini seyredermiş.  Rivayet göre çok sıcak bir günde yine minarelerde çalışma devam ederken bu gurur içindeki çırak, öteki minarede çalışan ustasına seslenerek su ister olmuş.

Bu hal karşısında gururu incinen ve çokça üzülen usta; yüzyıllardan beridir çokça söylendiği şekilde;

‘…Usta idim oldum şegirt, Al bardağı suya seğirt… diye eseflenerek kendisini minareden aşağıya atmış. Bunu gören çırak ise bu hale karşı daha fazla üzülerek ‘…Ustam gitti ben ne dururum…’ diyerek peşi sıra o da kendini diğer minareden aşağıya atmış.

Bu durumu görüp hatasını fark eden çırak pişman olmuş ve çok üzülmüş. Ustasının arkasından o da kendini minareden aşağıya atmış. Çalışan işçiler bu olaya çok üzülmüşler ve işi yarım bırakarak gitmişler. Böylece minarelerin inşası da yarım kalmış. O günden bugüne tamamlanmamıştır.

Bahse konu bu rivayeti destekleyen birtakım mimari ve ustalık farkları bu tarihi yapıda göze çarpmaktadır. Çifte Minareli Medrese'nin sağ yarısı çırak, sol yarısı ise usta tarafından yapılmıştır. Sağ yarısındaki sütunlar, duvar kenarları ve diğer detaylar daha işlemeli ve gösterişli iken, sol yarısı sadedir.

Çifte Minareli Medrese hakkında Evliya Çelebi'nin şu sözleri ise oldukça manidardır;

‘… Bu cami termim / tamir edilse kürre-i arzda misali bulunmaz bir eser olur…’


3-) ÇOBAN DEDE EFSANESİ;

Bilge Seyidoğlu’nun kıymetli çalışması ‘Erzurum Efsanelerinde yer alan bilgiler ışığında gerek Çobandede Köprüsü hakkında 5 ve gerekse Çobandede ziyareti hakkında 4 farklı biçimde anlatılan 9 efsaneden söz edildiği görülmektedir.

Rivayetler;

1,2,3)  Asıl adı Halil Dede olarak bilinen ve bu yörede yaşadığı rivayet edilen:

 Allah dostu, evliyadan sayılan yaşlıca bir çoban şimdi köprünün ve ziyaretin yer aldığı civarda bir dağda yaşamakta ve çobanlık yapmaktadır. Bilge Seyidoğlu’nun konu edindiği ilk 2 versiyona bakıldığında Halil Dede’nin yaşadığı ve efsanenin anlatıldığı tarihe ilişkin herhangi bir bilgi yoktur. Bu 2 versiyonda da; Aras nehri üzerinde kurulan bir köprüden ve Halil Dede’den söz edilmektedir. Bu 2 rivayette de de, tarihi verilmeyen bir zaman içinde Aras nehri üzerinde kurulmak istenen ve bir türlü inşa edilemeyen bir köprüden söz edilerek; Halil Dede’nin ‘…Her şeyiniz tamam ama 2 taşınız eksik, o 2 taş olmadan bu köprü tutmaz… demiş ve yapılan sayım neticesinde bu ifadenin doğru olduğu anlaşılarak taşların tamamlandığı ve ayakların tutturulacağı yeri hakkında da Halil Dede’nin ardı sıra yürüyerek asasını suya batırıp işaret ettiği yerlere temel atıldığı ve böylece köprünün kurulduğu bilgisi mevcuttur. Bahse konu bu iki versiyonda da tarih ve başat olarak adı geçen Padişah ve ya bey adı geçmemektedir.

4) Bilge Seyidoğlu’nun aktardığı bir başka versiyonda ise; Selçuklu beylerinden birisi, Aras Nehri üzerinde bir köprü yaptırmak ister. Ustalar köprünün temelini birkaç kere atar fakat temeli tutturamazlar. Günlerden bir gün yine ustalar temeli tutturmaya çalışırlarken dağdan aşağı elinde sopasıyla çoban kılıklı bir adam iner. Ustalara ne yaptıklarını sorar. İçlerinden biri "Burada bir köprü yapmak istiyorduk fakat bir türlü temelini atmaya muvaffak olamıyoruz" der. Bunun üzerine çoban, sopası ile yedi yer gösterir ve temeli buralardan faydalanarak atmalarını söyler. Ustalar çobanla alay ederler. Çoban hiç sesini çıkarmaz ve birdenbire ortadan kaybolur. O zaman ustalar şaşırırlar. Durumu hemen gidip Bey'e anlatırlar. Bey, çobanın Hızır olduğuna kanaat getirir. Çobanın göstermiş olduğu yerleri kullanarak temel atmalarını söyler. Yedi yerden temel atılır, bu sefer temeller tutar ve köprü inşa edilir, bitince de köprüye "Çobandede Köprüsü" adı verilir. Günümüz itibariyle Çobandede Köprüsü tam olarak Pasin Suyu ve Aras nehrinin birleştikleri nokta üzerinde yer almaktadır.

5) Çobandede Köprüsü hakkında en fazla itibar edilebilecek bir kaynak olarak yine Bilge Seyidoğlu’nun söz konusu ettiğimiz kitabında geçen bir başka rivayete göre ise; adını aldığı köprüden mülhem Köprüköy’de yaşayan Çoban Ahmet ve onun sonradan dost ve kardeş olduğu Çoban Mehmet adlı iki çobandan söz edilmektedir. Keramet sahibi bir insan olan Çoban Mehmet’in yardımıyla üne ve padişah kızıyla evlenme imkânına kavuşan Çoban Ahmet’in hikâyesidir bu versiyonda anlatılan.Rivayet göre bir gün yine birlikteyken Çoban Ahmet’in ayağına basarak ‘…Yum gözünü…’ diyen Çoban Mehmet onu böylece İstanbul’ ve Padişaha götürür. Hangi dönem ve hangi padişahın söz konusu edildiğinin bilinmediği bu versiyonda Çoban Mehmet ile çoban Ahmet padişahın huzuruna varırlar ve padişahın, denizin ortasındaki bir büyük taş parçasını yok etmeleri şeklindeki isteğini yerine getirerek hem sarayın görüş açısını ve manzarasını güzelleştirirler hem de padişahın gözüne girerler. Böylece Çoban Ahmet padişahın kızıyla evlenir, lakin Çoban Mehmet’in tavsiye etmiş olduğu 2 rekat şükür namazı kılmadığı için bütün şan ve imkandan yoksun kalmış biçimde tekrar Köprüköy’de ve eski halinde bulur kendini. Nihayet padişah kızında olma oğlan çocuğuyla tekrar karısına ve çocuğuna kavuşan Çoban Ahmet’in bu sevinçle burada bir köprü yapmak istediği ve köprüyü her zaman yardımına koşan Çoban Mehmet’in değneğinin ucuna takılı yuvarlak bir taşı tam yerine koyarak köprüyü inşa ettirdiği anlatılmaktadır. Bilge Seyidoğlu’na göre; Efsane ve masal karışımı olan bu versiyona göre, evliyalığı ve erenliği ortaya çıkan, sırrı ifşa olarak ruhunu teslim eden Çoban Mehmet köprünün baş tarafındaki kabre defnedilmiştir.

6) Hakeza, Bilge Seyidoğlu’nun araştırmasında geçmeyen Köprüköy –Emrekom- Emre komu çevresinde anlatılagelen bir başka biçime göre ise; efsaneye konu  hikaye Osmanlı döneminde geçmekte  olup; Yavuz Sultan Selim, İran seferine giderken Osmanlı ordusu Aras nehrinin bu bölümünden geçemez ve bir köprü yapılması gerektiği kanaatine varılarak köprünün inşasına başlanır. Lakin yapılması tasarlanan köprünün temeli ve ayaklarının nerede olması gerektiği hususunda başarılı bir karar alınamaz ve ne yapılırsa yapılsın köprünün temeli bir türlü tutturulamaz.  Pek çok denemeden sonra o civarda çobanlık eden güzel bir insan – Çobandede’ nin yardımıyla köprünün temeli atılarak ayakları düzgünce yerleştirilir. Anlatılan rivayete göre; Allah’ın ermiş bir kullarından bir insan olduğu söylenegelen bu çoban kendisinden yardım isteyen görevlilere;   ‘… Şu asamı atacağım yere gidin ve köprünün ayak temelini oraya atın…’ der fırlatır. Nihayet Çobanın asasını attı yer belirlenerek köprünün temelleri atılır ve temelin tuttuğu görülür. Bu güzel hal üzere görevliler Çoban’a teşekkür etmek isteseler de, çoban geldiği gibi gitmiş adeta kaybolmuş, sır olmuştur…

Çoban Dede ve Köprü ile ilgili efsanelerin yanı sıra ayrıca Çobandede ziyareti hakkında da yine Bilge Seyidoğlu Hoca’nın anlatımına göre; birbirini tamamlayan 3 ü aynı 1 i farklı bir anlatımı içeren 4 efsane söz konusudur;

1, 2, 3 )

Bahse konu ilk 3 efsaneye göre Dumlu yolu üzerinde, Dumlu bucağına bağlı Köse Mehmet köyünde Çobandede isimli dağın yüksek ve dik eteklerinde yaşayan Çobandede ömrünü çobanlık yapmakla geçirmekte ve büyük bir ermişlik ve kanaat içinde yaşamaktadır. Köyün ve civar köylerin sürülerini otlatan Çobandede sıcak bir yaz günü kendi adıyla anılan bu dağın yükseklerinde bir yerde susuz kalarak perişan olmuş bir halde bitap düşerler ve Çobandede çaresizlik içerisinde Allah’a şöyle bir niyazda bulunur;  ‘…Yarabbi bize su ver, beni ve hayvanlarımı suya doyurduktan sonra da canımızı al…’  diyerek dua eder ve sopasını yere vurur. Böyle halk olan sudan kendisi ve sürüsü kana kana içtikten sonra da çoban ruhunu teslim eder ve koyunlar ise taş kesilirler…

Bu anlatımlara göre şimdi bu mevkide bulunan türbe yatırda çobanın defnedildiği etraftaki taş ve kayalarında çobanın güttüğü koyunlar olduğu söylenmekte olup; halen bu civarda kışın kesilip yazın gürleşerek akan suyunda bahar aylarında süt kestiği rivayet edilmektedir. Bu rivayetler arasında geçen bir anlatımda ise Çobandede’nin böylece vefatından sonra türbeye çevrilen makamına yakın köylerden birinde yaşayan bir Türkmen gelinin her gece ‘… Ne duruyorsun kalk gel…’ şeklinde kabirden bir ses duyduğu ve bu sese uyarak türbeye gidip orada ruhunu teslim ettiği rivayet edilmektedir.

4) Bütün bu rivayetlerden farklı olarak Çobandede ziyareti hakkındaki bir başka rivayet ise yine Dumlu bucağında Tufanç _Güzelova Köyü yakınlarında bulunan bir mezar yeri ile ilgili olarak anlatılan biçimdir. Bu biçimde ise; bu mezarda defnedilmiş olan bir çobanın hikâyesidir.

Rivayet göre koyunlarını bu bölgede otlatan çobanın eceli bu dağın eteğinde tamam olur ve vadesi biter. Çobanın ölümünden sonra Allah’ın izniyle elindeki değneği ağaç olur, koyunlar taş kesilir ve koyunların suyu da bir gözeyi meydana getirerek sürekli akmaya devam eder.

Bugün köy halkı koyunların sütünün çoğalmasını o gözenin suyunun da çoğalmasına, azalmasını veya kesilmesini de o gözenin suyunun azalmasına ve ya kesilmesine bağlarlar…

5) Kayıtlı bu rivayetlerden farklı olarak bir başka rivayette ise Çobandede ziyareti hakkında şöyle anlatılmıştır.

Efsaneye göre çok eskilerde bir çoban yaşarmış. Bir ejderha, güzel huylu, teslim olmuş, çalışkan bir çobanın sürüsüne musallat olmuş ve her geldiğinde bir koyunu alıp götürüyormuş. Günler sonra azalan sürüsüne üzülen çoban Allah’a yalvararak ejderhadan kurtulmak için onu taşa çevirmesini ve buna mukabil kendisinin bir koç kurban edeceğini söylemiş.

Gel zaman git zaman Allah çobanın bu duasını kabul etmiş fakat çoban söz verdiği koçu kurban etmemiş. Bu nedenle de Allah çobanı ve koyunları da ejderhayı çevirdiği gibi taşa çevirmiş…

4-) DERVİŞAĞA VE DERVİŞAĞA CAMİİ EFSANELERİ;

DERVİŞ AĞA CAMİİ-1
Erzurum Efsaneleri adlı kitabında, Bilge Seyidoğlu’nun verdiği bilgiye göre; Dervişağa, Erzurum’da yaşayan bir kunduracıdır, dükkân bulamadığı için da eskicilik yapmaktadır. Bugünki Gölbaşı semtinde bulunan Güllü Hanı’nın önünde çalışırken yemenisinin altı yırtık bir ihtiyar görür ve ona ; “Babacığım otur da oraya bir yama yapayım” der. İşini bitirdikten sonra ihtiyar borcunu sorar. Derviş Ağa para istemez.Bunun üzerine ihtiyar adam Dervişağa’ ya “Benimle gel” der ve birlikte yürüyerek Yeğenağa Mahallesi’nde bir çıkmaza girerler. İhtiyar bir evin önünde durur. İçeri girerler, iç içe birkaç odadan sonra bir sandık odasına gelirler ve burada bir sandığın üzerindeki kapak kaldırarak, içindeki bir testi dolusu altını Dervişağa’ya gösterir ve “Derviş şuradan ücretini al” der. Dervişağa bir avuç altın alır ve İhtiyar ona “Başın darda kaldığı zaman beni hatırlar ve anarsan ben gelirim” diyerek onu uğurlar.
Böylece kendi dükkanını kuran Derviş Ağa Güllülü Han’da bir yerin boşaldığını duyarak orayı da tutup işini büyütür ve o zamanlar aynı handa çalışan hıristiyan esnafa danışarak, İstanbul’da iş kurmak istediğinden bahseder ve; “Ben İstanbul’a ne götüreyim de beş on kuruş kazanayım?” diye sorar. Komşuları da, “Akşam düşünelim sabah cevap veririz” derler ve hinoğluhin düşünceler içinde, aralarında anlaşarak ona “Tilki kuyruğu al, çok para kazanırsın” diye cevap verirler. Derviş Ağa bunlara inanarak mağarayı ağzına kadar tilki kuyruğu ile doldurur ve topladığı tilki kuyruklarını İstanbul’a götürür. İstanbul’da bir mağara kiralayıp bu kuyrukları doldurur ve müşteri beklemeye başlar. İstanbul’lu müşteriler ise “Tüccar İstanbul’a ne getirmiş?” diye birbirlerine sorup, tilki kuyruğu sözünü duyunca da gülüp eğlenmeye başlarlar…
Nasıl bir oyuna geldiğini bilmeyen Derviş ağa ise çaresiz bir gece yatsı namazından sonra seccadenin üzerinde yorgun argın uyuyup kalır ve uyandığında ayakkabısını yamadığı ihtiyar gözünün önüne gelir. “Ne yaptın evladım?” diye sorar. Derviş Ağa; içinde bulunduğu durumu anlatır. İhtiyar cebinden bir name çıkarır, “Senin işin inşallah görülür, bunu padişaha götür ..” diyerek ona dua eder ve kaybolur.
Derviş Ağa ertesi sabah erkenden padişaha çıkar. Padişah nameyi görünce ayağa kalkar. Derviş Ağa padişaha derdini anlatır. Derviş Ağa gittikten sonra saray kâtibini çağıran padişah;“ … Bugünden itibaren yediden yetmişe kadar bütün Hıristiyan cemaati tilki kuyruğu takıp sarayın önüne geçecek..” diye buyruk verir… Tilki kuyruğunun Çukurhan’da satıldığı söylenerek emir yayılır ve bütün Hıristiyanlar tilki kuyruğunu satın alarak sarayın önünden geçerler. Böylece Dervişağa’nın Erzurum’daki Hıristiyan komşuları da bundan haberdar olurlar ve yaptıklarından utanırlar.
Zamanla çokça zengin olan Derviş Ağa kazandığı para ile Erzurum’da yaptırdığı cami gibi köprü, han, hamam nevinden hayratlar da yaptırmıştır.

DERVİŞ AĞA CAMİİ-2
Bilge Seyidoğlu’nun derlemiş olduğu bir diğer efsanaye göre de; saf, temiz ve gani gönüllü bir adam olan Dervişağa, arkadaşları ile her gün kendi aralarında toplantı yaparak, sıra ile her gün birinin evinde toplanıp, yer, içer, sohbet ederlermiş. O zamanlar az bir geliri olan Dervişağa’da bir biçimde bu toplantılara katılırmış. Nihayet birgün Derviş Ağa’ya “Bugün de sıra senin” demişler .
Zavallı Dervişağa, daveti kabul etmiş fakat onca darlığı ve saflığı içinde; ‘’… bunca adamın yiyeceğinin, içeceğini nasıl temin edeceğim” diye kara kara düşünmeye başlamış ve öylece düşünerek evine gelmiştir.
Evinden içeriye girer girmez kapısı çalınmış ve kapıyı açtığında tanımadığı birtakım adamlar bol miktarda yiyecek içecek ve altın getirmişlerdir ona. Bu hal karşısında şükreden Derviş Ağa böylece misafirlerine karşı küçük düşmemiş ve altınlardan artan para ile de Derviş Ağa Camii’ni, Gümrük Camii’ni ve Gürcü Paşa Camii’ni yaptırmıştır.

5-) EMİR ŞEYH EFSANESİ;

Emir Şeyh’in adıyla anılan Emir Şeyh Mahallesi, Tebrizkapıda Sultan Melik Mahallesi yanında Hasani Basri Mahallesinin alt başında yer alan bir mahalledir. Mahalle ismini Emir Şeyhten almıştır. Emir Şeyh’in kim olduğu hakkında kesin bilgilere ulaşmak mümkün değildir. Mahallede türbesi de bulunan Emir Şeyh rivayetlere göre Abbasiler döneminde yaşamış ve şeyhinden aldığı emir üzerine Erzurum’a irşad vazifesi ile gelerek burada yerleşmiştir.

Şeyhinin emri üzerine Kars’tan Erzurum’a mürit yetiştirmek için gelen Emir şeyh vefat edince bugün türbesinin bulunduğu yere defnedilmiştir. Şeyhinin emri üzerine geldiğinden dolayı da kendisine Emir Şeyh denilmiştir.


EMİR ŞEYH TÜRBESİ;

Emir Şeyh türbesi kaleyi kuşatan ikinci surun dışarısında ve Tebrizkapı çarşısının baş tarafındadır. Türbeye mescidin içerisinden açılan bir kapıdan beş basamak taş merdivenle inilir. Kubbeli bir türbedir. Türbe içerisinde ahşaptan yapılmış üç sanduka vardır. Türbenin yanındaki mescit türbeye sonradan bitişik olarak yaptırılmıştır. Ketencizade Rüştü Efendi’nin düştüğü kayıta göre H.575 (M.1179) senesinde türbenin yapıldığı, bu tarihte Saltuk oğlu Sultan Mehmet Kızılarslan zamanında türbenin yapıldığı anlaşılır.
Mezarda yatanların kimler olduğu, ölüm tarihleri belli değildir. Kitabesi olmayan türbenin güneye açılan asıl kapısı taşla örülmüştür. Mescit önündeki evler yıkıldığı zaman bu kapı ortaya çıkmıştır. (Taşyürek, Erzurum Türbeleri ve Ziyaret Yerleri, s.31)

Dikdörtgen planlı türbe, sivri beşik tonozla kapatılmıştır. Muntazam kesme taşla yapılan türbe beşik örtüsü kubbesi iki kemere dayanmaktadır. Tam ortada dört köşeli bir havalandırma penceresi vardır.
Mezarlardaki serpuşlardan yatanların erkek oldukları anlaşılmaktadır. Türbenin güney duvarında mihrap nişi ile mihrabın yanında ve kuzeydeki girişin sağında birer kandilliğe yer verilmiştir. Emir Şeyh mescidinde ki kandil göbekliğinin Türk ağaç işçiliğinin başarılı bir eseri olduğu bilinmektedir. (Başar, Tarih Boyunca Çeşitli Hizmetleriyle Camilerimiz, s.121.)

Emir Şeyh ile ilgili 3 efsane bulunmaktadır;

EMİR ŞEYH -1

Bilge Seyidoğlu’ndan kaydedilen İlk rivayete göre Emir Şeyh her zaman dua eden, postunda oturan bir şeyhmiş. Kardeşi ise onun aksine içki, kumar ve kadınla hayatını geçirirmiş. Emir Şeyhin bütün ısrarlarına rağmen bu kardeşi yola gelmezmiş. Nihayet bir gün evli bir kadına aşık olur, bu kadınını peşine düşer, her zaman rahatsız edermiş. Yetmezmiş gibi bir cadı kadın bulur, o kadın vasıtasıyla aşık olduğu kadını elde etmek istermiş. Oysa kadın, bu adamın bütün ısrarlarına rağmen onunla konuşmayı ve yüzünü görmeyi reddeder. Cadı vasıtasıyla bir gün kadının yolunu keserek ; ‘…Allah (cc) rızası için bana gözlerini göster’’ der. ( Nitekim; Anadolu inanışına göre Allah rızası için deyince; dinimize göre bu sözü duyan, damda ise kendisini damdan aşağıya atmalıdır.) Kadın bunun üzerine peçesini açar, yüzünü gösterir.

Evine döndüğünde ise gözlerini çıkarır bir ipek mendilin içine koyarak, Emir Şeyh’in kardeşine gönderir. ‘… Dünyada seni yakan ahirette de beni yakacak olan bu gözlerin artık bana lüzumu yok… demiştir kadın.
Nitekim daha sonra kadın vefat eder ve Emir Şeyh’in kardeşi bunun üzerine yaptıklarından ziyadesiyle pişman olup; öyle bir tövbe ederek Allah’a yönelir ki, kardeşinden daha büyük bir veli haline gelir.

EMİR ŞEYH - 2

Rivayete göre Emir Şeyh bir tarihte Bağdat’ta geziyormuş: karşısına bir pir- i fani çıkar ve ona; ‘… Sen buralarda ne geziyorsun?..’ diye sorar.
Emir Şeyh ise; ‘… Ben seyyahım ‘’ cevabını verir.
Bunun üzerine piri fani yaşlı adam; ‘… Seyyahtan kastın nedir? diye sorar.

Durumu az çok anlayan Emir Şeyh; ‘… Ben yetmiş bin evliyayı arıyorum. Diye cevaplar bu soruyu da.
Onun bu cevabı üzerine yaşlı Piri fani; ‘… Sen git Erzurum eline yetmiş bin evliyayı bulursun…’ diye cevap verir.

Böylece Emir Şeyh Erzurum’a gelir. Palandöken dağlarının tepesinde müritleriyle birlikte çadır kurar. Gönül gözü açılır ve o zirveden bakar ki yetmiş bin evliya Erzurum elinde yatmakta. Bunun üzerine Erzurum da kalmaya karar vererek Tebriz
kapı semtinde yerleşir.

EMİR ŞEYH - 3

Emir Şeyh, kendi şeyhinin emri üzerine Kars’tan Erzurum’a mürit yetiştirmek üzere gelmiş, türbesinin bulunduğu yerde vefat ederek defnedilmiştir.
Şeyhinin irşad emri üzerine geldiği için kendisine Emir Şeyh denmiştir.
Bir rivayet göre asıl adının Abbas olduğu söylenmektedir.


6-) GELİN GELDİ GÖLÜ – GELİN GELDİ EFSANESİ;

Bilge Seyidoğlu’nun bu konudaki hemen hemen tek kaynak sayılacak  ‘Erzurum Efsaneleri’ kitabına göre;  Gelin geldi Gölü ve Efsanesi şöyledir;

‘’… Bugün Ilıca İstasyonu’nun bulunduğu yer vaktiyle gölmüş. Zamanla kaybolan bu gölün yerine istasyon kurulmuş. Bu gölün adı ile ilgili şu efsane anlatılır: Çevredeki köylerden birinde güzel bir kız varmış. Bu kıza komşu köylerden bir delikanlı âşık olmuş.

Kızın da gönlü delikanlıda. Durumlarını ailelerine açarlar. Bu iki gencin evlendirilmesine karar verilir. Fakat araya delikanlının askerliği giriverir. Kız ile delikanlı murat alıp veremeden ayrı düşerler. Kız baba evinde, oğlan asker ocağında kavuşacakları günü beklemeye başlarlar.

Bir gün köye delikanlının şehit olduğuna dair bir haber gelir. Gelinlik giymeyi bekleyen genç kız bu haber karşısında sarsılır. Ama elden ne gelir ki, artık sevgilisi ölmüştür.

Ağlamanın sızlamanın bir faydası yoktur. Kızın yeni talipleri olur, babası bunlardan birine kızını verir. Düğün kurulur. Davullar vurulup zurnalar üflenmeye başlanır. Gelin alayı vakti gelince gelinin atını çeker ve yola çıkarlar. Alay yolda bir gölün kıyısına gelince bir müddet dinlenmeye karar verilir. Atından inip gölün berrak sularına bakan genç kızın aklı hep eski sevgilisindedir. Onu düşünmektedir.

Gölün pırıl pırıl sularına bakarken onu sanki suyun içindeymiş gibi görüverir. Hemen doğrulur suya doğru koşmaya başlar. Suların sakin güzelliğini boza boza ilerler ve alaydakilerin şaşkın bakışları arasında gözden kaybolur. Kafiledekiler her an gelinin çıkacağını ümitle beklemeye başlarlar gölde görülen herhangi bir değişiklik gelinin geldiğine yorulur ve bekleşenler:

‘’Gelin geldi, gelin geldi’’ diye haykırmaya başlarlar.

O gölün adı da kayboluncaya kadar ‘’ Gelin Geldi’’ olarak söylenir…’’

7-) HABİPBABA EFSANESİ;

Erzurum ve çevresinde çokça bilinen ve söylenegelen bir başka efsane ise Habipbaba ile ilgili olan efsanedir. C. Server Revakoğlu’nun kitabında; Buhara müftüsünün oğlu olduğu kaydedilen Habib Baba'nın, Sultan Abdülmecit'in tahta çıkması üzerine Erzurum'a geldiği bilinmektedir.  Prof. Dr. İbrahim Hakkı Konyalı ise, Habib Baba'nın babası ile beraber ilkin Hindistan’dan Bitlis'e göç ettikleri;  Bitlis’te Uşşaki Ali Baba'ya bağlandığı ve onun tembihi ve işaretiyle de Şam'a gittiği söylenir. Nusret Efendi'nin Tarihçe-i Erzurum adlı kitabında ise hakkında şu bilgiler kayıtlıdır;

‘… Bir gün murakabe şeyhi Erzurum'a gitmesini emretmiş ve derhal bu emre uyarak Erzurum'a gelmiştir. Burada irşad ile meşgul olmuştur. Tekkesi Yegenağa mahallesinde idi. Rüsum ulemasının hücumlarına uğrardı. (Resmi din görevlilerince tenkit edilirdi.) Eli açıktı.

Her sene muharrem ayının birinci günü Hazret-i Selman'ın sünnetini yapardı. Kendisine mühim miktarda para verilirdi. Fakat Habib Baba akşama kadar bu paraları rast geldiği fakirlere dağıtır, cebinde bir akçe bile kalmazdı. Ney'i çok severdi. Cezbe halinde iken kendisine Abdi isimli müridi ney üfleyerek ayıltırdı."

Türbenin asıl ismini taşıdığı Timurtaş Baba ile ilgili olarak; M.Sadi Çöğenli ve Ali Bayram'ın hazırladıkları, 'Erzurum'da Bulunan Meşhur Ziyaretgâhlar ve Kabir Ziyaretinin Adabı' isimli eser dışında ayrıca efsanelerinin anlatıldığı Bilge Seyidoğlu’nun kitabından söz etmek gerekir.

Habip Baba Timurtaş Baba Türbesi;

Taş mağazalar caddesinin sonuna doğru Gürcü kapıya giderken sağ tarafta yer alır. Türbenin asıl adı Timurtaş Baba Türbesidir. Timurtaş’ın ölüm yılı belli değildir. Erzurum müşiri Kamil Paşa H.1260 - M. 1844 tarihinde türbeyi yenden yaptırmıştır. Habip Baba H. 1264 -M. 1847 yılında ölmüş ve bu türbeye gömülmüş aynı zamanda türbeye de ismini vermiştir. Türbede Habip Baba ve Timurtaş Baba’nın mezarları ile birlikte atı mezar daha vardır. Bunlardan bir tanesi de Habip Baba’nın 1875 ölen karısı Hatice Hanıdır.

Bilge Seyidoğlu’nun Erzurum Efsaneleri adlı kitabında Habipbaba İle ilgili olarak 4 efsane rivayet edilmektedir.

         1) Nadide Mehtar isimli Erzurumlu bir hanımefendi’nin anlattığına göre; Babası bir gün hamama girmek ister fakat parası yoktur. Bu düşünce ile çarşıya çıkar. Habip Baba türbesinin civarında bir sokağa girer. Karşısına birdenbire Habip Baba çıkar. Adamcağız ne kadar kaçıp kurtulmak istese de her gün gittiği yerde karşısında Habip Babayı bulur. Sonunda Habip Baba adamın karşısında durur, cebinden on para çıkarıp adama verir. “bununla hamama git kalanını da harca” der. Adam bu para ile hamama gider, kalanı ile alışveriş yapar eve gelir, elini cebine atınca on parasının cebinde durduğunu görür. Bu para cebinden uzun müddet eksilmez. Kayınvalidesi bir gün işin farkına varır sırrını öğrenmek ister. Adam mecburen sırrını açıklayınca cebinden parada tükenir gider.

            2) Bilge Seyidoğlu’nun kaydettiği diğer rivayetler ise şöyledir;

Yabancı diyardan gelmiş olan bir zat Erzurum’un ara sokaklarından birinde dolaşırken kadının birisi pencereden su döker bu zat ıslanır. Adam sinirlenir, eli ile bir duvarı tutarak sallamaya başlar, bunun üzerine bütün Erzurum sallanmaya başlar. Bu esnada Habip Baba peyda olur. Oda bir eli ile duvarı tutar ve zelzele durur. Habip Baba bu zata seslenerek “Sen Erzurum’u sahipsiz mi sandın? der…

           3) Devrin Erzurum’unda yaşayan bir çobanın çok güzel bir karısı varmış. Köyün en zengini olan bir adam bu kadına göz koyar ve çobanın yanına gelerek;  ‘… Ya sen benim mallarımı satın alırsın yahut da ben senin karını alırım…’ der. Tam bu sırada ise Habip Baba’nın yanına gelen bir başka zengin kişi ona 50 altın getirmiştir. ‘… Ben gelinceye kadar bu altınlar sende kalabilir mi? diye sorması üzerine de Habip Baba;  ‘…Ben bu altınları alamam bu altınların sahibi var…’ diyerek cevap verir.

Durum bu minvalde iken darda kalan çoban son çare olarak Habip Babadan yardım ister. Habip Baba elli altını getiren adama dönerek; ‘ … İşte paranın sahibi geldi ona ver, karısını kurtarsın…’ der. O günden sonra Habip Baba büyük zatlar arasında anılmaya başlar.

          4) Yine devrin Erzurum’unda Gürcü Mehmet Paşa Camiinin avlusunda bir sabah caminin hocası fakir bir adam vefat ettiğini öğrenir. Adamın üstü başı temiz değildir. Hoca efendi içinden: ‘… Adam daha vefat edecek yer bulamadı mı…’ diyerek geçirir. Konu komşu toplanır, fakir adamın eksiklerini tamamlar yıkamaya başlarlar. Hoca efendi adamı yıkarken adamın tırnaklarının da çok uzun olduğunu görür, biraz daha canı sıkılır.

Bunun üzerine ölü teneşirden çıkarak adamın üzerine oturur:  ‘… Ey Allah’ın kulu ben acaba içimi temizleyebildim mi ki dışımda da sen temizlik istiyorsun…’ diye hoca efendiye çıkışır ve buradansa, burada ölmekten se gider Bağdat da ölürüm …’ diye ilenmeye devam eder.

Bu hal üzerine gerek hoca ve gerekse halk korkmaya başlarlar ama kaçan ölünün peşinden de uzun müddet koşarlar. Nihayet hoca Habip Babanın dergâhına gelerek; ‘…Hoca efendi çok yaman bir deliyi kaçırdık, Allah aşkına buna sahip ol bizim gücümüz buna yetmez…’ diyerek yalvarır. Habip Baba kaçan ölünün peşinden koşarak onu kabristanlarda yakalar ve çok kızgın olduğu görülen kişiye; ‘… Seni beni yaratanın hakkı için Erzurum’u bana bağışla…’ diye ricada bulunur.  Dirilmiş olan ölü bir kabrin taşına yapışarak “Habip Erzurum’u yıkacağım diye cevap verir.

Habip Babayı tanımadığı halde ona Habip diye hitap eden bu kişi nihayet Habip Baba fazla rica edince bir mezar taşını hiddetle sallar gibi yaparak; ‘… Vallahi yıkacaktım Erzurum ‘u Habip senin için bağışladım…’ diye cevap verir…  Rivayet göre bu halden sonra Erzurum’da hafif şiddette bir deprem başlar şehir birkaç gün sallanır.

8-) HUMA KUŞU EFSANESİ VE HUMA KUŞU TÜRKÜSÜNÜN HİKAYESİ;
Rivayete göre; Kıpçak çöllerinde, Çin'de ve Hindistan'da yaşayan mitolojik efsanevi bir kuştur Huma Kuşu. Kelime kökeni olarak Umay kuşu- Cennet kuşu anlamına gelir. Ön Asya mitolojisine göre Hüma Kuşu cennette oturur, zaman zaman uçarak yedi kat göklerde ve burçlar arasında dolaşır, hatta Allah'a kadar gidip geldiğine bile inanılır.
Türk kültüründe “Zümrüdü anka”, “Huma” yahut “Umay” olarak adlandırılan ve olağanüstü nitelikler gösteren bir ulu kuştur Huma Kuşu.
Bahse konu Erzurum yöresine ait bu türkümüz, Türk aleminde böylesine değer verilen Huma Kuşu’ndan söz edişi dolayısıyla Erzurum İçin başat kültürel, folklorik değerlerden sayılmakta, bir türkü olarak ta somut olmayan kültürel mirasımız için önemli bir örneklik teşkil etmektedir…
Seferberlik yıllarıdır. Erzurum'un Ilıca nahiyesine bağlı Tikkir –Çiğdemli- köyünde yaşayan Mustafa ve Gülbahar'ın dillere destan aşkları neredeyse Erzurum bir yana Doğu Anadolu’ya bile yayılmıştır. Bu saf ve temiz aşk sonunda evlilikle mutlu sona ulaşmış ama Mustafa seferberlik dolayısıyla askere alınmıştır.
Oldukça uzun bir zamana yayılan Mustafa’nın askerliği Gülbahar’ın hasretini her geçen gün dayanılmaz hale getirmekte ve genç kadın her sabah bahçeye çıkarak Mustafa’nın yolunu beklemektedir. Heyhat ki Mustafa gelmediği gibi, ondan en küçük bir haber bile alınamamaktadır.

Bu hal içinde Mustafa'dan yıllarca haber gelmemiş, Mustafa’nın babası, annesi ve karısı Gülbahar bütün umutlarını kesmişlerdir.
Nihayet gerek oğlundan haber alınamayışına ve gerekse gelininin bu ciğer yakan hasretine dayanamayan Mustafa’nın babası, Gülbahar’ın neredeyse kuşlardan haber soran çaresiz hali karşısında yana yana bu türküyü söylemiş, bu ağıdı yakmıştır.
Türküde geçen Huma kuşu yöremizde de cennet kuşu olarak da adlandırılmış, çok yükseklerden ve günlerce uçuşu dolayısıyla da bir haberci kuş olarak nitelendirilmiştir.
Bahse konu türkü Fazlı FİDAN tarafından 15.12.1967 yılında derlenmiş ve Hulusi SEVEN tarafından notaya alınarak söylenmiştir.
Kaynakça: ( Erzurum İl Kültür Turizm Müdürlüğü - Kültür Şube Müdürlüğü)

9-) İBRAHİM HAKKI Hz. EFSANELERİ;

1) Bilge Seyidoğlu’nun ‘Erzurum Efsaneleri’ adlı kitabında kaydedildiğine göre;
Bir gün İbrahim Hakkı merhumun müritlerinden birisi gelir. ”Beni de kırklara kat” der. Kırklardan birisi ölünce İbrahim Hakkı müride: ‘…Haydi hazırlan…’ der. Mürit evinde bekler. Vakit epeyce ilerleyince mürid uyur. İbrahim hakkı gelir bakar ki mürid uyuyor. Onlar uyuyanı uyandırmaz, uyumayanı mahrum etmezlermiş.
İbrahim Hakkı merhum oradan Hasankale’ye gelir. Oradan da uyanık kimse bulamaz. Sonra Erzurum’a gelir, sadece Demirciler çarşısında bir demirciyi uyanık bulur. Ermeni olan bu demircinin ismi Miço’dur. İbrahim Hakkı ona: “… Sen niye uyanıksın…’ diye sorar?” Miço ise; “… Bu sıralarda okuyanları çok seviyorum. Onun için evvela bunları dinliyorum. Sonrada gidip yatıyorum. Hem böylece daha çok kazanıyorum…” diye cevap verir. İbrahim Hakkı merhum orada ona abdest aldırır, Müslüman yapar ve kırkların arasına alır. Sonra müridi kendisini bulup; “Beni niye kırkların arasına almadın?” diye sorunca; İbrahim Hakkı: “Sen uyuyordun bende demirci Miço’yu aldım.” Diye karşılık verir.
Kırklar topluluğu Müslümanlardan meydana gelmiştir. Fakat İbrahim Hakkı bu topluluğa yeni birisini almak gerektiği zaman çalışan bir Ermeni’yi uyuyan Müslüman gence tercih etmiştir. Efsane bu yönü ile topluma ders veren, onu çalışmaya yönelten bir yapıya sahiptir. İbrahim Hakkının yaşadığı zaman bellidir. Hayatı etrafında teşekkül etmiş olan bu efsanede onun olağan üstü şahsiyetini buluyoruz.

2) İBRAHİM HAKKI VE NAZLI BABA;
İbrahim Hakkı Hazretlerinin Hafız adlı bir müridi Rusya ‘da esir düşer. – Hasankale’de yatan Nazlı Baba – Keşişler esirleri dağıtırlar. Bir keşiş esirler arasındaki hafıza sorar; ”Oğlum sen ne iş yapıyorsun..?” o ise; “Ben hafızım…” diye cevap verir.
Keşiş kapıyı açar içinde mihrap olan bir odaya hafızı sokar. “Eğer çarşıda, pazarda işin olursa ben sana yardım ederim. Sen burada otur Kur’an çalış” der. Bayram yaklaşınca hafızın çocuğuna elbiseler yaptırır, bayram akşamı bir de koç alarak; “Memleketine gider misin? diye sorar.

Nihayet bu iyi niyetli keşiş; yatsı vakti bir heybe donatır, koç da yanındadır. Hafız’ı çağırır, koçu eline verir çıkını da teslim eder. “İbrahim Hakkı’ ya söyle filan gece bende geleceğim” der. Sonra “Ayağıma bas yum gözünü” diye tembih eder.

Hafız gözlerini memleketinde açar. Evinin bacasına çıkıp evde olanları dinler. “Herkesin babası geldi, bizim babamız gelmedi” diyen çocuklarının sesini duyar. Sonra kapıyı açıp içeri girer.
Hafıza yardım eden keşiş, hafız’a daha önceden; “… Kars tarafından öbürlerinden daha parıltılı bir yıldız doğarsa bilin ki ben geliyorum…” demiştir.

Ve bir gün hafız Kars’tan bu yıldızın doğduğunu görerek hemen İbrahim Hakkı hazretlerine haber verir. Bunlar beklerler bakarlar ki yeşil bir tabut geliyor. Tabutu karşılarlar. İbrahim Hakkı o zaman: “içtin boz rakıyı, sevdin sarı kızları, benden evvel cennete gidiyorsun” der. Ona Kars’ta Sarı Evliya Hasankale’de Nazlı Baba derler.

Efsanenin asıl kahramanı gizli din taşıyan keşiş Nazlı Baba’dır. Keşişin olağanüstü kabiliyetleri vardır. Ölümü de olağanüstü bir şekilde olmuş, tabutu Rusya’dan bir yıldızın doğuşu ile gelmiştir. Kars’ta ve Hasankale’de ona izafe edilen iki kabrin bulunması bu hadisenin gerçek olduğunu ispat etmektedir.

İbrahim Hakkı ile Nazlı Evliyanın aynı efsane de anılmaları Nazlı Babanın manevi değerinin yüksek olduğunu daha iyi belirtir. İbrahim Hakkının onun için söylediği söz manidardır. “İçtin boz rakıyı, sevdin sarı kızları, benden evvel cennete gidiyorsun” demekle imanın kimde olduğu belli olmaz sözünü de doğrulamıştır. Kalbi ile Müslüman olan keşiş Allah’ın nazarında daha makbuldür. Bu efsanede topluma yön verecek mahiyettedir. Makbul olan gerçek Müslümanlığın, gösterişte değil kalpte olduğu telkin edilmektedir.

3) Rivayete göre; İbrahim Hakkı merhumun hocası Hz. Fakirullah hastalanır. Talebeleri, “…Bir divançe bile tertip etmeden ahrete göç ediyorsun bari arkanda bir hatıra bıraksaydın da okusaydık…” derler. Hz. Fakirullah ise; ‘… İbrahim Hakkı yeter…” cevabını verir.

4) Bilge Seyidoğlu’nun kitabında derlendiği haliyle, halk anlatısında yeri olsa da, bugün için gerek İ.Hakkı merhumun ailesinden alınan bilgiler ve gerekse bu anlamda bilinenlere göre bir gerçekliği olmasa da adı üstünde efsane mukabilinden rivayet edilene göre;

İbrahim Hakkı merhumun iki oğlu varmış bunlardan büyük olan küçüklüğünde başladığı dini tahsilini uzun yıllar devam ettirmiştir. O devir için büyük ilim merkezleri olan İstanbul ve Kahire gibi yerlere giderek bilgisini arttırmıştır. Küçük oğlu ise ticaret yapmaya başlar fakat hiçbir zaman üzerine borç olan dini vecibeleri yerine getirmekten geri kalmaz. O iyi bir tacir olduğu kadar dini bütün bir Müslümandır da.
Büyük oğlunun iyice yetişip alim olduğunu gören İbrahim Hakkı onu ve küçük oğlunu yanına çağırır. Maksadı onları imtihan etmektir. Önce büyük oğlunu yanına çağırır ve der ki: “Haydi oğlum şu dama çık ve aşağı atla.” Oğlu şu cevabı verir düşer ölürüm.” Bunu üzerine İbrahim Hakkı küçük oğlu hiç tereddüt etmeden dama çıkar ve kendini aşağı bırakı verir. Fakat bir taş yığını gibi aşağı düşeceği beklenirken küçük oğlu bir kuş olup, ufuklara doğru kanat çırpmaya başlar. Biraz sonra onun gözden kaybolduğunu fark ederler.

Yukarıda ermiş iki insan efsanesi anlatılmaktadır. Birincisi İbrahim Hakkı, diğeri onun küçük oğludur. İbrahim Hakkı Şeyh İsmail Fakirullah’ın yerini almıştır. Küçük oğlu da İbrahim Hakkının yerine erenler arasına girmiştir. Efsanenin olağanüstü yanı İbrahim Hakkı’ nın küçük oğlunun kendisini damdan atınca şekil değiştirerek kuşa dönüşmesidir. Yaratıcı tarafından korunduğu için yere düşmeden dönüşüm hadisesi meydana gelmiştir.

Efsanenin birde topluma ders veren yanı vardır: Küçük oğlan sadece dinle değil hem işi ile uğraşmış hem de dini bütün bir Müslüman olmasını bilmiştir. Büyük oğlan sadece dinle uğraştığı, dünya işlerini bıraktığı halde erenler arasına imtihanı küçük kardeşi kazanmıştır. Din ve dünya işlerinin her ikisine de aynı derecede ehemmiyet verilmesi gerektiği telkin edilmektedir.
10-) KARANLIK KÜMBET EFSANESİ;

KARANLIK KÜMBET-1
Karanlık Kümbet, Gölbaşı semtinde, Dervişağa Mahallesi’ndedir. Bilindiği kadarıyla kümbette iki mezar bulunmaktadır. Kümbette yer alan asıl mezarın burada yapılan bir meydan savaşında ölen bir şehide ait olduğu, ikinci mezarın da onun türbedarına ait olduğu söylenmektedir.
Bilge Seyidoğlu’nun kaydetmiş olduğu efsaneye göre; Habib Baba bu kümbetin yanından geçerken ellerini bağlayıp boynunu büküp utanırmış. Kendisine bunun nedeni sorulunca da ; “… Bu şehit sahabelerle oturur, onlarla hasbihal eder, ben bunların arasında ar duyarım, utanırım.” diye cevap verirmiş.
Bugün için süregelen geleneğe göre; bir dileği olanlar, özellikle de çocuğu olmayan kadınlar bu türbeyi ziyaret eder, burada kurban keserler, ve mevlid okurlar.

KARANLIK KÜMBET-2
Aktarılan bir başka efsaneye göre; Karanlık Kümbet’in hocası bir gün ölür, defnedilir, lakin kendisini ziyarete gelen talebelerine selam vererek onları içeri alır ve ilim tahsil etmeye devam ederler. Böylece Karanlık Kümbet’in içinde bir buçuk asır kalırlar, orada hocaya talebelik ederler. Nihayet bir gün hocadan izin alıp gitmek isterler. Talebelerinin bu halini gören hoca, aslında onların nasıl olsa geri döneceklerini bilse de, isteklerini kırmaz ve sağ oldukları için gitmelerine izin verir.
Dışarıya çıkan talebeler bir süre sonra acıkıp ekmek aramaya başlarlar. Böylece dolaşa geze hangi fırına gitseler ekmek alamazlar. Ellerindeki paranın bir buçuk asırlık para olduğunu anlayın fırıncılar onlara ekmek vermemiştir çünkü. Bu halde kümbetin içinde aslında neyi yaşadıklarını öğrenen talebeler de böylece tekrar kümbete geri dönerler…


11-) KIRKLAR MESCİDİ VE TÜRBESİ – KIRKLAR;

Kitabesi olmadığından burada metfun olan yiğitler hakkında fazlaca bilgiye sahip değiliz.

Bilge Seyidoğlu’nun ‘Erzurum Efsaneleri’ adlı kitabındaki bilgiye göre;

“…Aslında Kırklar Türbesi veya Kale Mescidi olarak bilinen tarihi yapı halk arasında Kırkbirler Türbesi olarakta  efsaneleştirilmiştir. Türbenin mimarisi ve yapıldığı tarih hakkında kesin bir bilgimiz yoktur. Erzurum Kalesi’nin iç kısmında ve Tepsi Minare - Saat Kulesi’nin doğu kısmında alt tarafında yer alır…’’

Efsaneye göre;  Hz. Peygamberin manevi yardımlarıyla Hz. Abiza ismindeki ulvi ve eren kişi ile birlikte kalenin fethi için yardıma gelen kırk erenden bahsolunmakta ve buradaki mezarlığın kutsiyetine işaret edilmektedir. Kaleden içeri giren kırk eren, düşmana karşı  Erzurum’u fethe geldiklerini söylerler ve düşmanla çarpışarak burada şehit düşerler.

Ayrıca İ.Hakkı Konyalı’ya göre;

‘…Bu kırk yiğidin Horasan Erenleri’nden veya Harezm’li kahramanlardan oldukları da rivayetler arasındadır…’’


12-) KÜLHANCI BABA EFSANESİ – ŞEYHLER HAMAMI;

Erzurum da en fazla bilinen Efsanelerden biri olan Külhani Baba’nın kabri Şeyhler Mahallesi, Şeyhler Hamamı müştemilatı içerisindedir.  Külhani Baba hakkında Bilge Seyidoğlu’ nun kayda aldığı iki rivayet bilinmektedir.

RİVAYETLER

         1) Rivayete göre Hz. Peygamber bir gün Külhani Baba’yı ziyaret eder ve ona selam verir. Aradan bir süre geçtikten sonra Külhani Baba, Peygamberin selamını alır. Bunun üzerine Hz. Peygamber ‘…Neden selamımı geç aldın…’ diye ona sorar. Külhani Baba ise; ‘…Kamış atıyordum, sonra eksik atarım diye selamını geç aldım…’ diye cevap verir.

Bu rivayete göre her gün 10 para yevmiye alan Külhani Baba bunun 5 parasını fakirler için ayırırmış.

          2) Devrin Erzurum’unda Sarayönü olarak bilinen Şeyhler Mahallesi muhitindeki Şeyhler Hamamı’nda külhancı olarak çalışan Külhani Baba bir tek mum ile külhanı ısıtır, haznenin suyunu kaynatırdı. Bu hali bilmeyen patron ise; ‘…Bu adam benden odun istemez, cılgamış istemez, bu hamamın suyunu acep neynen ısıtır’ diye düşünürmüş. Nihayet bunu sorduğunda ise Külhani Baba’nın cevabı şöyle olmuş; ‘…Ağa ne sen sor ne de ben söyliyeyim…’

Bu cevap üzerine Külhani Baba’yı takip eden hamam sahibi, su haznesinin altında tek bir mumun yandığını ve Külhani Baba’nın da sessizce namaz kıldığını görür. Hamam sahibinin bu sırra vakıf oluşu ile Külhancı Baba ruhunu teslim eder.

13-) MAMA HATUN;
Mama hatun konusunda en bilinen ve konuyu bilenlerce dile getirilen, meşhur anekdota göre; Seyahatname’de Evliya Çelebi, Mama Hatun’dan Mama Hatun ziyaret yerini de işaret ederek şöyle söz ediyor; ‘’… bu azize, bir kayalı yar, derbend içinde bina-yı kadim bir kubbe-i azimede medfundur. Kendisi Akkoyunlu padişahlarından birinin duhter-i pakize-ahderi imiş. Cümle evladı zevi'l ihtiramlariyla burada defnolunmustur. Lakin medfeni avize tekellüfattan azade olup, türbedar ve didebanı yoktur. Mermer sandukası, muakkaş ve mutavvelcedir. Cenbinde bir cami, müfid ve muhtasar bir hamamı vardır.
Değerli araştırmacı hocamız Bilge Seyidoğlu’nun da kayda almış olduğu bu ifadeye göre,
Mama Hatun Türbesi Erzurum'un doğusunda Tercan'da yer almaktadır. Kitabesinden anlaşıldığına göre Türbeyi yapan kişinin Şaşı Mufaddil adında Ahlat'lı bir mimar olduğu bilinmektedir. Mimari özelliklerine bakarak, türbenin XII. yüzyıl sonları veya XIII. yüzyıl başlarında yapıldığı tahmin edilmektedir.

MAMA HATUN EFSANESİ

Kaydedilmiş efsaneye göre; Bir Türk beyi'nin kızı olan Mama Hatun, bu dar-ı dünyada bir iz olsun bırakmak arzusuyla bir türbe yaptırmaya karar vererek döneminin usta mimarlarından birini bu iş için görevlendirir.
Görevlendirdiği mimar, sanatının bütün olanaklarını kullanarak türbenin temelini atar, giderek duvarlar su basmasını aşar ve inşaat zamanla yükselmeye başlar. Ortaya çıkacak olan işi çokça merak eden Mama hatun ise işin her evresini büyük bir ilgi ile izlemektedir. O kadar ki, bu amaçla hemen her gün inşaat yerine gelmekte ve çalışanları ilgiyle seyretmektedir. Mama Hatun'un böylesine gelip gidişi ve yapılan işle ilgilenişi mimarbaşının da hoşuna gitmekle beraber, zamanla mimarbaşı da Mama Hatun’a ilgi duymaya başlamıştır. Geçen zaman içinde duyguları daha da şiddetlenen ve çoğalan mimarbaşı giderek Mama Hatun’a aşık olmuştur. Mimarbaşının aşkı öylesine bir hal alır ki, bu aşkla inşaat ta daha hızlı ve daha güzel sürmeye başlar. Böylece hem yaptığı işi hem de Mama Hatun’u seven mimarbaşı aşıkane bir iş ortaya çıkarmaktadır. Öte yandan Mama Hatun’da mimarbaşının halinden bir şeyle sezinlemişse de, bu hali bilmezden ve görmezden gelmeyi seçmiştir.
Gün olmuş, bu tutku mimarın uykularını kaçırmış ve Mama Hatun’a olan aşkını açığa vurmaktan başka çıkar yol olmadığını düşünerek, nihayet niyetini açığa vurmuş ve Mama Hatun ile evlenmek istediğinin söylemiştir.
Zaman içinde bir bey hatta hükümdar kızı olan Mama Hatun ise mimarın bu aşkına karşılık vermemekle beraber, aslında bunun olmayacak bir iş olacağı düşüncesiyle mimarbaşına ne umut vermiş ne de onu reddetmiştir. Bu nedenle de mimarbaşı sanki bir umut kapısı kalmış gibi onu sevmeye devam etmiş ve bir yandan işini yürütürken bir yandan da kubbeyi kapatacak son taşlı yerine koymadan Mama Hatun’un olumlu cevap vereceğini hayal ederek çalışmaktadır.
Nihayet günün birinde Mama Hatun, Mimarbaşına kırk yumurta gönderir ve bunlardan her birini günün üç öğününde yemesini ister. Mimar Hatun'un isteğini yerine getirir. Lakin Mama Hatun’un son sözü kesin bir biçimde bu işin olmayacağı şeklindedir. “Mimarbaşı sen büyük bir sanat adamısın, ünün her ülkeye yayılmıştır. Sen istesen zengin çocukları, ağa kızları sana kollarını açmaya hazırdırlar. Sen neden kısmetini bu yolda aramazsın da ille bana gönül bağlarsın? Ben bir hükümdar kızıyım, insan olarak diğer kadınlardan ayrı bir yaratılışta da değilim. Sana kırk yumurta göndermiştim. Bunları yedin. Tatları bakımından aralarında bir fark var mıydı? İşte kadınlar da bu yumurtalar gibidir. Köylü kızı da hükümdar kızı da birdir. Sen bu olmayacak sevdadan vazgeç, işini bitirip teslim ettikten sonra kendine uygun başka bir gönül ortağı aramaya bak… demiştir.
Mama Hatun’un bu bıçak gibi sözleri karşısında büyük bir sarsıntı ve hayal kırıklığı yaşayan mimarbaşı ise elindeki külüngü var gücüyle göğe fırlatarak, başını altına tutup, hızla düşen ağır külüngün altında can verir. Mimarbaşının bu hazin kendine kıyışı yüzündendir ki, Mama Hatun Türbesi bin yıldan bu yana kocaman bir hüznün izlerini taşır…

14-)  MURAT PAŞA CAMİİ EFSANESİ;

Erzurum'un tarihine şahitlik eden ve aynı zamanda inşa edildiği yere adını da veren Murat Paşa Camii, kaynaklara göre 1573 tarihinde Sadrazam Kuyucu Murat Paşa tarafından yaptırılmıştır. Aynı kaynaklara göre Lala Paşa Camii'nden sonra Erzurum'daki ikinci Osmanlı Camii olduğu bilinmektedir. Mimari planına göre de ayrıca bir şaheser olan Muratpaşa Camii tek kubbeli mimari özelliği ile kendisinden sonra yapılan kubbeli camiler için tam bir örneklik arz etmektedir.

II. Sultan Selim’in vezirlerinden Kuyucu Murat Paşa tarafından yaptırılan cami hakkında birkaç efsane mevcuttur.

1) İlk rivayete göre daha önce aynı yerde bulunan Ahmediye Camiinin temelleri üzerine yaptırılmaya başlanan Murat Paşa Camiinin inşaatı devam ederken Murat Paşa önceki camiyi yaptıran kişiyi rüyasında görmüş ve onun da sevabını devam ettirmek amacıyla eski caminin minaresini yeni camide kullanacağına söz vermiş ancak daha sonradan bu rüyayı ve rüyada verdiği sözü unutmuştur.

Hal böyleyken inşaatı kontrole den ve arada bir çalışan ustaları ziyaret eden Murat Paşa bir gün  bir adamla karşılaşır  ve oldukça kızgın olduğu  görünen bu adam Muratpaşa’ya, rüyasında verdiği sözü tutmasını isteyerek;  ‘… Ahmet’e verdiğin sözü tut…’ demiştir.

Buna çok şaşıran ama karşısındaki kişinin Hızır Aleyhisselam olduğunu da anlayan Muratpaşa ise; ‘…Peki benim bu işten ne kazancım olacak…’  diye sorduğunda, Hızır; ‘… Camin yıkılıncaya kadar her gün beş vakit namazdan birini bu camide kılacağım…’ diye söz vermiştir.

Böylece Murat Paşa eski caminin minaresini yıkmayarak, eski minarenin 1920 yılında yıkılmasını takiben eski minare kullanılır. Minarenin yeniden yapıldığı 1956 - 57 yıllarında bahse konu rivayete uyularak yeni minare de Hızır’a verilen söz uyularak aynı yere yapılır.

Bahse konu efsaneye göre 5 vakit namazını bu camide kılan kişinin muhakkak bir vakitte Hızır Aleyhisselam ile karşılaşacağına inanılır. Hızır Aleyhisselam’ın her gün bir vakti burada kılacak olmasından olsaki, Murat Paşa Camii çok temizdir. Belki de bu Murat Paşa Camii sürekli biçimde temiz tutulur ve hatta bu temizliğin bir biçimde de kendiliğinden bir temizlik olduğu söylenir…

2) Muratpaşa Camii ve yakınında yer alan Muratpaşa Hamamı ile bir başka rivayet ise şöyledir;

Caminin yaptırıldığı tarihlerde Muratpaşa ara ara cami inşaatını ziyaret ederek  işlerin nasıl ilerlediğini kontrol edermiş. Yine böyle bir gün inşaatı gezmeye gelen Murat Paşa bir işçinin dikkatini çeker. Bu aşağıdan kocaman bir taşı kucakladığını ve o taşla iskeleye tırmanıp çıktıktan sonra tekrar aynı taşla aşağıya indiğinin ve bunu sürekli tekrarladığını görür.  Buna çok şaşıran Muratpaşa işçi’ye bunun  nedenini sorar. İşçi kısa bir tereddüt geçirir fakat canının tehlikede olduğunu fark ederek nedenini şöylece anlatır: ‘…Paşam, sabah yıkanmam gerekiyordu, ancak evimde su olmadığı için yıkanamadım ve öylece işime geldim. Ekmek parası için çalışıyoruz,  evde çocuklarım nafaka bekliyor, ancak bu halimle caminin duvarına tek bir taş dahi koymak da içime sinmiyor, o nedenle taşı indirip çıkararak yevmiyemi hak etmeye çalışıyorum…’  diye cevap verir.

Bu hal karşısında oldukça etkilenene Muratpaşa ise; ‘ Biz bir şeyi yanlış ya da bir şeyi eksik yapıyoruz demek ki…’  diyerek, cami inşaatı sürerken, çalışan işçilerin yıkanması için camiye vakfiye olarak şu andaki hamamın yapılmasını emreder ve Muratpaşa Hamamı böylece yapılmaya başlanır.

15-) SULTAN IV. MURAT VE ERZURUM EFSANELERİ;

Sultan IV.Murat hakkında da Erzurum ve çevresinde efsane gibi anlatılan rivayetler tespit edilmiş olup; bahse konu rivayetler şöyledir;

1) Anlatılır ki IV. Murat ile Erzurum arasında ilginç bir bağ vardır. Bunlardan birisi de IV. Murat’ın Bağdat seferine giderken Erzurum’a uğradığı tarihe ilişkindir. Bu rivayete göre Sultan IV. Murat’ın şehrin girişlerinden birisi olan İstanbul Kapıya geldiğinde atından inip el bağlayıp bir tazimle şehre girdiği müşahede edilmiştir. Devlet erkanı böyle yapmasının sebebini sorunca Erzurum civarındaki 70 bin evliyanın ruhaniyetiyle kendilerini karşılamaya geldiklerini bu yüzden atın üzerinde şehre girmesinin doğru olmayacağı atından inerek el bağlayıp ihtiramla selamla yaparak öylece şehre girmeye karar verdiğini söylemiştir.

2) Bir diğer rivayete göre ise; SultanIV. Murat, İstanbul’da iken vezirlerinden birisine meşhur 40’ ların hocasını bulması yönünde bir emir verdiğine ilişkindir. Sultan IV.Murat böylece vezirine 40 gün süre verir. Bu emir üzerine vezir Anadolu da birçok şehri dolaşır ve nihayet 39. Gün Erzurum’a gelir. Kasımpaşa muhitinde bir eskiciye (ayakkabı tamircisi) girerek çarıklarını tamir etmesini söyler. Böylece bir yandan çarıklarını tamir ettirirken bir yandan da usta ile bir sohbete girişen vezir ustaya bir derdinin, bir sıkıntısının olduğunu söyleyerek konuyu anlatır.Vezirin kim olduğunu bilmeyen eskici onu sabırla dinledikten sonra; ‘…Ben de zannettim ki sıkıntın büyükmüş, bu sıkıntı da neymiş, tamam o meseleyi çözeriz…’ der. Şaşkınlık içinde kalan vezir eskiciye kırkların hocasını tanıyıp tanımadığını sorar ve eskici ona bunun yolunu şöylece anlatır; ‘… Cemaat gelmeden evvel sabah namazına LalapaşaCamiine gideceksin, erken vakitte Lalapaşa camisinin penceresinden 40 tane kuş camiye girdiğini göreceksin, her biri camiye uçarak girip sonra da her birisi bir babağiyit olup hocalarının imamlığında sabah namazını kılacaklar, sende orada hocalarını yakalar ve derdini ona anlatırsın…’ der

Bu bilgiyle sevinen vezir o gün Lalapaşa Camiinde geceden saklanıp beklemeye başlar. Nitekim, sabah namazından önce , eskicinin anlattığı gibi 40 kuşun pencereden içeri girerek birer babayiğit olup hocalarının imamlığında sabah namazını cemaat yaparak kıldıklarını namazı takiben de ve tekrar pencereden uçarak gittiklerini gördükten sonra; kırklara namaz kıldıran hocaya sarılıp onu yakalar. Onun bu haline hiç te şaşırmayan Kırkların hocası bir an gülerek veziri çekip önüne alır ve yüz yüze gelirler. Şaşkınlığı bir kez daha artan vezir bu kez donup kalmıştır;  çünkü onu çekip önüne alan ve yüzüne bakan kırkların hocası – imamı IV. Murat’ın ta kendisidir.

3) IV. Murat’ın Erenlerden olduğu bir çok zamanda ve zeminde ayrı ayrı görüldüğü rivayet edilir. Onlardan biriside IV. Murat’ın her cuma namazını Erzurum Ulu Camii’ nde kıldığı yolundadır. Bu rivayeti destekleyecek biçimde Ulu caminin batı duvarında Sultanın atını bağladığı rivayet edilen bir halka uzun yıllar orada kalmıştır.


16-) PİR ALİ BABA EFSANELERİ;

1) Pir Ali Baba Dutçu Köyünde kendi halinde bir adammış. Değirmencilik yaparmış. Devrin Padişahı tebdil gezerken Ali Babanın değirmenine uğrar;  ‘… İhtiyar selamünaleyküm” der.

 PirAli Baba ;  ‘… Aleykümselam …’  diye cevap verir.

Padişaha gücü nisbetinde ikramda bulunur. Padişah: ‘… Babacığım ben senden çok memnun kaldım, benden bir muradın var mı?...’  diye sorar. Pir Ali Baba önce hiçbir şey istemez. Padişah ısrar edince: ‘… Padişahım şu değirmenin suyunu bendinden bana bağışlarsan dünyalar benim olur” der. Padişah;  ‘… Bu kadar suyu ne yapacaksın?...’  diye sorunca Pir Ali Baba; ‘…Kırk değirmen yaptıracağım. Kırk değirmenin gelirleri ile her yıl hafızları toplayıp 1001 hatim okutacağım. Memleketimi Allah afatından saklasın… ‘ diye cevap vermiş. Böylece kırk değirmenin suyu Ali Babanın değirmenine bağlanır.

2) Pir Ali Babanın şehir içinde bulunan evleri, mağazaları ve medreseleri kimler tarafından kullanılmıştır, bu bilinmemektedir. Bilindiği kadarıyla Şeyhler Mahallesindeki medresesi olduğu kaydedilmiştir.  300-350 sene evvel İbrahim Hakkı Hazretlerinin pederi Erzurum Müftüsüyken medreseyi şenlendirmiştir.

Rivayete göre; İbrahim Hakkı Hazretleri Hasankale’den Tillo’ya gidip FakirullahEfendi Hazretlerinden dersini bitirdikten sonra Erzurum’a gelerek Şeyhler camiinde bir güneş saati yapmıştır. Bu saat halen  Minarenin orta yerinde durmaktadır. Medrese evkaf zimmetindedir. Pir Ali Babanın kendiside Dutçu köy’ü ile Tepeköy arasındaki dergahının bulunduğu yerde yatmaktadır.

Dergahın belirtisi olarak taş yığınları ve temeller vardır. Yalnız çevresindeki duvarlar sonradan yapılmıştır. Bu duvarları 1923 Rus askerleri yaptırmışlardır. Pir Ali Baba’nın dergahı surların iç avlusunda kalır. Onun karşısındaki dağın eteğinde Viran Şehir bulunur. Bu şehrin ne zamandan beri mevcut olduğunu ve ne olduğunu bilen yoktur. Kavaflarda Erzurum’un eşraf ailelerinden birisinde Pir Ali Babanın bütün şeceresinin bulunduğunu söylerler. Bu şecerenin ceylan derisine yazılı olduğunu duymuşumdur. Yalnız kimde olduğunu bilmiyorum. Pir Ali Babanın yattığı dağın 40-50 metre aşağısında bir tepede bir kabristan daha vardır. Hiç kimse bu kabrin kime ait olduğunu bilmez. Kadın mı erkek mi olduğu da bilinmez.

Yalnız bazı iyi halli kimseler ziyaretine gittikleri zaman onun kadın olduğunu söylemişlerdir.

3) Pir Ali Baba bundan elli altmış sene evvel yaşamış olan Cihangir’in hafızıymış. On beş on sekiz sene evvel ölmüş olduğu söylenmektedir. Zıvans – Zığvans köyünde değirmende kalırmış. Buğdayları öğütür geçimini bundan temin edermiş. Geceleri de sakosunu (paltosunu) başına çeker yatarmış. Bir gece birde bakar ki bir sürü adam eğirmene dolmuş. Ali baba bunların cin olduklarını hemen anlamış. Cinler kendi aralarında konuşmaya başlamışlar;  ‘… Şu unu besmelesiz çuvala koydu, şu yağı besmelesiz yağdanlığa yerleştirdi, şu kazana kepçeyi besmelesiz koydu…’ diye konuşuyorlarmış. Bir taraftan konuşmaya devam ederken diğer taraftan da malzemeyi ortaya getirip helva yapmaya karar vermişler.

Cihangirli hafız bir müddet bunları seyreder, sonra kelime-i şahadet getirip, besmele okur. Yerinden davranmaya kalktığı zaman cinlerin her biri bir yere kaçar. Onlar gittikten sonra hafız bakar ki bir kazan helva pişmiş ortada duruyor. Kazanı orada bırakıp var gücüyle köye doğru koşmaya başlar. Köye gelince durumu köylülere anlatır. Sonra köylülerle birlikte değirmene döner helvayı hep birlikte evvela besmelelerini çeker sonra da yerler. O günden sonra hafız besmelesiz hiçbir iş yapmaz.


PİR ALİ BABA’NIN YILAN EFSANESİ;

Rivayete göre, zamanın birinde Erzurum’da bir yılan sokması hadisesi olur. Şehirde bir kişi yılan sokması sonucu ölür. O günün şartlarında tıp buna çare bulamaz. Devrin eşraf ve Erzurum ahalisi Pir Ali Baba önderliğinde toplanıp durumu değerlendirirler ve olayın manevi bir afet olduğuna kanaat getirirler. Bir kazan suya okuyup üfleyerek çeşme ayaklarına ve su kuyularına okunmuş suyu dökerler sudan içen insanlara bundan sonra zehir tesir etmez ve sudan içen yılanlar telef olmaya başlarlar böylece afet atlatılır. Pir Ali Baba heyeti tekrar toplar hem şükür anlamında hem de bu şehre genel bir afet isabet etmemesi için 1001 hatim geleneğini başlatır ve minarelerden okunan ezanlardan sonra Peygamberimize üçer defa selat-ü selam okunması geleneği de böylece başlatılmış olur. O günden beri Erzurum’da bu gelenek devam etmektedir…

17-)  Rabia Hatun, Rabia Ana Kümbeti ve Hasan Basri Efsaneleri;

Rabia Hatun’ un türbesi Hasan Basri Mahallesindedir. İ. Hakkı Konyalı’ ya göre yapılış ve süsleniş tarzından dolayı bir İlhanlı eseridir. H.R. Ünal’ a göre ise Kayseri’deki döner kümbeti hatırlatır ve XIII. yüzyıl veya XIV. yüzyıl başlarında inşa edilmiştir.
Kümbete neden Rabia Hatun Türbesi denildiğine dair elimizde kesin tarihi bilgi yoktur. Ancak halk anlatmalarına bakarak kümbete Rabia Hatun Türbesi denilmektedir.

Türbe ve etrafında teşekkül eden efsaneden Hasan Basri ve Rabia Hatundan bahsedilir. Hasan Basri’nin evlenme isteğine şiirle cevap veren Rabia Adevviye Hatun Rabiatü’l Adeviyye Basra’da yaşamış bir Arap kadın ve şair ve mutasavvıftır. (kayıtlara göre doğumu: 713-801 )
Nitekim Basra Nefahatül Üns’de Rabia Hatun hakkında şöyle bir bilgi vardır; ‘… Basra ehlinden idi. Süfyanı Sevri’ den mesail sorar idi, ona varır idi ve onun duasına rağbet gösterir. Bir gün Süfyan ona varır idi onun duasına rağbet gösterir. Bir gün Süfyan ona vardı ve elini kaldırıp ayıttı: ‘’ Allah’ım (cc) senden selamet isterim. Rabia ağladı, Süfyan sordu ki seni ağlatan nedir? Ayıttı: ‘’ Sen beni ağlattın ’’Süfyan ayıttı, nice etti bilmez misin ki dünyadan selamet anı terk etmek ile olursun anın ile aludesin. Rabia demişti ki her nesnenin bir semeresi olur. Marifetin semeresi Hak Teâlâ’ya müteveccih olmaktır. Ve yine ol demiştir ki: ‘’Benim sözüm Allaha istiğfar etmede, sadakatimiz azlığından Allaha istiğfar etmektir. ‘’

Süfyan bir gün ondan sordu ki Hak Teâla’ nın takarrübuna vesile olanların yeğreği nedir? Ayıttı oldur ki bende dünyada ve ahirette ondan ayrını dost edinmedim bile. Bir gün Süfyan onun önünde ayıttı: ‘… Yalan söyleme eğer sen mahzun olaydın sana zindegani hoş-gun olmazdı. Yani bu hayattan hazzetmezdin…’ Ve yine demiştir ki; ‘… Benim gamım gam-kin olduğum için değildir belki gamkin olmadığım içindir.

Hasan Basri Al Hasan B. Adil Hasan Ali Basri ( 642 – 728 ) Hicretin ilk asrında yaşamış olan yüksek bir şahsiyettir. İslam fütuhatı sırasında esir edilerek Maysandan Medineye götürülmüştür. Orada Zeyd.b.Sabit azatlıları arasında girmiş ve Hayra adında bir kadınla evlenmiş, bu evliliğinden (642) de Medine’ de Al Hasan dünyaya gelmiştir.

Nitekim Hasan, Basra’da yerleşir ilim ve belagati ile büyük şöhret kazanır. 10 Ekim 728 de Basra da vefat eder.
Bu meyanda halk dilinde anlatılagelen çokça Rabia Hatun Efsanesi söz konusu olup; Bilge Seyidoğlu’nun mezkur kitabına alınan rivayetler sırasıyla şöyledir;

Rabia Hatun -1

Hasan Basri, Rabia Hatuna kendisi ile evlenmesi için haber yollar. Rabia Hatun Basri’yi yanına çağırıp: ‘’ Koltuğumun altından dünyayı seyret, benim neden evlenmediğimi neden evlenmeyeceğimi görür anlarsın. ‘’ der. Hasan Basri Rabia Hatunun koltuğunun altından bakınca bütün dünyanın yılanlarla çıyanlarla kötülüklerle dolu olduğunu görür ve böylece Rabia Ana’ya hak verir.

Yine rivayete göre; Hasan Basri Erzurum’un sahiplerindenmiş. Bir zelzele esnasında ayağına yere vurur: Yeter Artık dur deyince zelzele aniden durur.

Bu rivayet içre bir başka anlatışa göre de: Hasan Basri Rabia Hatunun gözlerine âşık olmuş. Bu yüzden Rabia hatunla evlenmek istermiş. Dünya işi ile uğraşmayan Rabia Hatun da gözlerini bir tabağa koyarak Hasanı Basri ye gönderir ve der ki: ‘’ … Madem ki sen benim gözlerime âşıksın al artık bunların bana lüzumu yok senin olsunlar…’’. Hasan Basri gözleri aldıktan sonra tekrar Rabia hatuna .’’ … Benimle nikâhlan… ‘’diye haber yollar Rabia Hatun ise bu sefer; ‘… Sana 2 sualim var, bunları cevaplandırırsan seninle evlenirim…’’ diye yeni bir cevap verir. Sualleri şöyledir; ‘… 1. Ben öldüğüm zaman imanlı mı gideceğim imansız mı?, 2. Ahirette yerim cennet mi olacak cehennem mi?..’ Hasan Basri bu sorulara cevap veremediği için Rabia Hatun ile evlenemez. O günden sonra da bacı kardeş olarak kalırlar.

Hasan Basri’nin kabrinin bulunduğu Emir Şeyh mahallesinde oturanlar Hasan Basri’nin keramet sahibi bir ermiş olduğuna inanırlar. Herhangi bir işi rast gitmeyen olursa üç Cuma üst üste Hasan-ı Basri’yi ziyaret eder dilediğini söyler, ister, ondan sonra da işleri düzelir.

Hakeza, bugün bilinene göre; Hasan Basri’nin kabrinin üstü açıktır. Erzurum’un tanınmış ailelerinden alemdarlardan Suphi Bey Hasanı Basri’nin mezarının yaptırıp üstünü örttürmek ister. Kararını verdikten sonra bir gece rüyasında Hasan-ı Basri’yi görür. Hasanı Basri ona üstünün örtülmesini istemediğini söyleyince Suphi beyde bunu üzerine yapmak istediği işten vazgeçer.

Rabia Hatun 2) Rabia Hatun kimseden kaçmazdı. Hasan Basri bunun sebebini merak eder. Rabia Ana bunu duyar onu davet eder. Kolunun altından dünyaya bakmasını ister. Hasan Basri, Rabia Ana’nın kolundan altından bakar dünyanın yılan ve çıyanlarla dolu olduğunu görür. Dünya Rabia Ana’ ya böyle gözükmektedir. Onun için kimseden kaçmaz.

Hasan Basri Rabia Anaya âşık olur. Gözlerine tutulmuştur. Rabia Ana’da; ‘…Bu gözler bana lazım değil…’ der ve gözlerini bir tabağa koyarak Hasanı Basriye yollar. Hasanı Basri de geri gönderir ama tabağa ters koyduğu için Rabia ana şaşı kalır.

Rabia Hatun 3) Rabia Hatun, Hasanı Basriye sorar. ‘… Sen benim neyime aşık oldun da böyle peşimde geziyorsun…?’’ Hasanı Basri ise; ‘…Gözlerine…’ deyince Rabia Hatun gözlerini çıkarır bir tabağa koyar ve ‘… Bana lüzumu yok…’ diye Hasan Basriye gönderir.

Rabia Hatun 4) Rivayete göre bir zamanlar esir olan Rabia Hatun satılır ve onu bir bey satın alır. Rabia Hatun Bey’e bir şart koşar. Bey, akşam namazından yarım saat önce odasına girecek, sabah karanlığında çıkacaktır. Bey merak eder anahtar deliğinden Rabia Hatunu gözler. Görür ki Rabia Hatun secdede dua ediyor; ‘… Allah’ım beni kulluğuna kabul et…’ dediğini işitince ertesi günü Rabia Hatun’a; ‘…Ya evlenme teklifimi kabul edersin yahut da ben seni azat ederim…’ der. Sonunda Rabia Hatunu azat eder.

Rabi Hatun 5) Rabia Hatun yemeğini bir kav kaba koyar, kendisi zikredermiş. Bu arada çiğ olan yemek kendiliğinden pişermiş.

Rabia Hatun 6) Halkın Rabia Ana da dediği Rabia Hatun bir gün Taşmağazalar semtinde dolaşırken Habip Baba’ ya rastlar. Erkeklerden kaçmayan Rabia Hatun, Habip Baba ile konuşur ve ona; ‘ … Hayatımda bir yarım erkek gördüm, o da sensin…’’ der.

Rabia Hatun 7) Rabia Hatun gece de iki yüz rekât namaz kılardı ve üç kişiden kaçardı. Beyazıd-ı Bestami, Rabia Hatun’un gözlerine âşıktı. Rabia Hatun; ‘… Gözlerimi çıkarıp sana vereyim, bu sevgi bana lazım değil…’ demiştir. Bunun üzerine çok üzülen Beyazıd-ı Bestami kendisine sorar; ‘… Benden niye kaçıyorsun…’ Rabia Hatunun yanına gelince, Rabia Hatun ona kolunun altından dünyayı seyrettirdi. Bunun üzerine Bestami dünyanın kötülüklerle dolu olduğunu gördü ve Rabia Hatun’a hak verdi.

Rabia Hatun 8) Efsanelerin hepsinde müşterek taraf sofi bir kadın olan Rabia Hatunun dünya nimetlerinden el çekmesi ve bu yüzden evlenmek istememesidir. Rabia Hatun olağanüstü kabiliyetlere sahip ermiş bir kadın olduğu için dünyanın gerçekte ne olduğunu bilir, dünya nimetlerine aldanıp kendisiyle evlenmek isteyen diğer sofilere Hasan Basri ve Beyazıdı Bestami ye ders verir.

Erkeklerden kaçmayan kendisini onlardan üstün gören Rabia Hatunun Habip Baba ile yolda karşılaşması ve yolda ona ‘’ hayatımda bir yarım erkek gördüm o da sensin’’ demesi toplumun efsane kahramanı da olsa bir kadına verdiği değeri göstermesi bakımından mühimdir. Rabia Hatunu ancak Erzurum un sahibi olarak gördükleri Habip Baba ile Mukayese eder ondan üstün görürler.

Rabia Hatun, Hasanı Basri ve Beyazıd Al Bistami, Habip Baba tarihi şahsiyetlerdir. Hepsi birbirinden ayrı yerlerde ve ayrı zamanlarda yaşamışlardır. Fakat halkın muhayyilesi müşterek tarafları sofilik olan bu şahısları bir araya getirmiştir. Böylece efsanenin toplum inançları ile ilgili en kuvvetli fonksiyonu ortaya çıkmıştır. Efsanenin mantığına göre onların bir araya gelmeleri mümkündür. Ve hayatta en mühim olan şey Allah’ın kulluğuna kabul edilmektir. Rabia Hatun bu mertebeye eriştiği için kutsaldır. Efsane kahramanı Rabia Hatunun olduğu kabul edilen türbe, hatta mahallenin bile özelliği vardır. Rabia Hatun saygı ile anılır Allahtan bir dileği olanlar üç cuma Rabia Hatun türbesini ziyaret ederler.


18-) SÖĞÜTLÜ KÖYÜ BALIKLI GÖL EFSANESİ;

Balıklı Göl – Aziziye (Ilıca)Erzurum

Bilindiği üzere ülkemiz Avrupa ve Asya’nın tam orta yerinde oluşu dolayısıyla muhteşem denilebilecek bir coğrafi konuma sahiptir. Bu bakımdan da ülkemiz tarihsel zenginlik olarak çok farklı avantajlara sahiptir. Tarihsel süreç içerisinde eski Pagan dönemi inançlarından, Hıristiyanlığa, Museviliğe ve İslamiyet’e kadar çeşitli inanç biçimlerine dair pek çok iz bulunmaktadır ülkemizde. Tarihsel kayıtlara göre bu inanç biçimleri içerisinde birbirine benzer ögeler de olabilmekte, sözgelimi balıklarla ve balık kültü ile ilgili olarak başta Şanlıurfa Balıklı göl efsanesi olmak üzere bir çok başka ilimizde de -Erzurum, Kütahya, Erzincan, Sivas ve Malatya gibi – bu anlamda söylenceler ve bu söylencelere ilişkin mekânlardan söz edilmektedir.

İşte bunlardan biri de Erzurum’da Söğütlü köyünde bulunan ‘Balıklı Göl’ ve bu göle ait söylencedir. Hakkında birçok söylence olan Erzurum Balık Göl Efsanesi ise Prof. Dr. Bilge Seyidoğlu’ndan nakledilen rivayete göre Anadolu’nun fethi sırasında fethe katılan Türk akıncılarının bu bölgede yer alan bir kaynakta su içerken arkalarından vurularak şehit oldukları ve suya düştükleri sırada Allah’ın izniyle küçük balıklara dönüştükleri yolundadır. En başat rivayet budur.

Bununla beraber bugün için bir açık hava müzesi haline getirilerek korunan balıklı gölün bir başka özelliği ise gölün bir diğer gizemini oluşturmaktadır. Bu da gölde bulunan ve kaynağı bilinmeyen suyun Erzurum’un sert kış iklimine rağmen hiçbir şekilde donmaması ve yapılan ölçümlere göre 18. dereceyi sürekli muhafaza ediyor oluşudur. Hakeza temizlik için boşaltıldığında dahi gölün suyunun sürekli yükseldiği de bir diğer hayret verici özelliği olarak kaydedilmiş durumdadır.

Gölün çevresindeki kayalıkta yer alan dilek taşlarına halk yoğun ilgi gösteriyor ve yine rivayet göre burada tutturulmak istenen küçük taşlar tutturuldukları yerde durursa dileğin gerçekleşeceğine, düştüğünde ise dileğin gerçekleşmeyeceğine işaret olarak sayılıyor.  Balıklı Göl ile alakalı bir diğer ilginç detay ise Söğütlü köyünde hemen hemen hiçbir romatizma hastasının olmayışı…

Yaz, kış gölde yüzen balıkların sırtlarında bulunan kızarık lekeler ise Balık Göl efsanesine başka bir boyut katmış durumda. Bu yüzden de bu gölde balık tutulmuyor ve bir şekilde ölen balıklar ise gölden alınıp gölün yakınındaki özel bir yerde defnediliyorlar.

Rivayetler;

Balıklı Göl Konusundaki hemen bütün rivayetlerin alındığı Bilge Seyidoğlu’nun ‘’Erzurum Efsaneleri’’ kitabına göre; söylenceye esas teşkil eden temel rivayet;

         1) Söğütlü Köyü, bağlı bulunduğu Ilıca Bucağı’na 7 km, Erzurum'a 15 km. uzaktadır. Yaz mevsiminde piknik yeri olan burada, Urfa'daki İbrahim Peygamberin ateşe atılması sonucunda oluşan göle yakın bir özellik taşıyan 250 m.’ye yakın küçücük bir göl vardır…

Köyün-batı ucunda bulunan göl, ilkin bir evmiş. Bir çobanın yaşadığı kulübeye yakın bir ev. Çoban koyunları güder, hanımı da ibaretini yapar ev işleri ile uğraşırmış. Daha çocukları bile olmayan bu genç çift, çok dindar kişilermiş. Çobanın hanımı o yaşa değin hiçbir erkeğe görünmemiş. Günün birinde bir fakir gelip "Allah rızası için ondan ekmek istemiş. Kadın "Allah rızası" sözünü duyunca dayanamamış fakire ekmek ve bazı yiyecekler vermiş. Kocası da ermiş kimse olacak ki kadının namahreme göründüğü ona ayan olmuş.

Akşam eve gelince kendisine söylemiş. Kadın olanları anlatarak fakirin sadece elini gördüğünü belirtmiş. Çoban: "Sen madem Allah'ın emirlerine bu kadar uyuyor, onun gösterdiği yoldan ayrılmıyorsun, Allah Rızası için kendini bu tandıra at." demiş.

 hemen kendisini yanmakta olan tandıra atmış. O anda alevler yükselmekte olan tandır kuyusu bir göl haline dönüşmüş. Buna dayanamayan kocası da atmış kendini peşisıra. İkisi birden bu gölün içinde balık oluvermişler. Bugün gölde bulunan iki renkli balıklar o zamandan beri çoğalıp gelmişler.

Kimse dokunmaz bu balıklara, daha doğrusu dokunamaz. Onları avlayan pişiren onlara zarar veren mutlaka bulur cezasını.  Bu yüzden kimse el süremez onlara. Onlarda neşeli yüzer dururlar gölde gün boyu…

Yaşlıların anlattıklarına göre, Ruslar işgal için buraya geldikleri zaman balıkları tutup pişirmeye kalkışmışlar. Tavada kızartırken, balıklar birer birer atlayıp göle düşmüşler.Göldeki bazı yaralı balıklar, onların torunları olarak kabul edilir. Ayrıca bir rivayette ise 35- 40 yıl kadar önce pikniğe gelenler balıklardan pişirmişler. Dönüşte arabaları devrilmiş hepsi ölmüş. 

         2) Bilge Seyidoğlu’nun çalışmasına aldığı diğer önemli rivayetler ise şöyle;

‘’… Erzurum’un Ilıca nahiyesine Söğütlü (Balıklı) köyünün efsanesi şöyledir. Efsaneye göre köy bir kom halinde kurulmuş. Bu köyün sahibi de iki kardeşmiş. Bu kardeşlerden küçüğünün karısı çok güzelmiş. Bu kadın bir gün hamur yoğurur, ekmek pişirmeye karar vermiş.

Sırada kapıya bir dilenci gelir bir şeyler ister. Kadın dilenciye bir şeyler verirken elleri hamurlu olduğu için acele ile yüzünü örtemez. Dilenci kadının güzel yüzünü görünce kendinden geçer sonra kadına and verir ve : ‘’ Allah rızası için şu güzel yüzünü öpeyim. ‘’ diye yalvarır. Kadının Allah a inancı tam olduğu için dilencinin ‘’Allah rızası için’’ demesine dayanamaz ve yüzünü bir kere öptürür.

Akşam olup, kocası eve gelince başına gelenleri kocasına anlatır. Sonra kocasına bir teklifte : ‘’ Şimdi ya beni öldüreceksin, ya da benden ayrılacaksın yahut da beni affedeceksin. Hangisini istersen onu seç razıyım‘’ Adam bunları dinledikten sonra gider durumu ağabeysine anlatır. Ağabeyside kardeşine: ‘’Namusta mertlik mi olur? Sabahleyin kalkıp köyün yakınında bulunan kayanın altına girip büyük bir ateş yakarsın. Ateş iyice alevlendikten sonra hanımını da götürürsün ve ona Allah rızası için kendini ateşe at dersin. Eğer kadın kendisini ateşe atar ve ateş onu yakmazsa yaptığı işin Allah rızası için olduğunu anlarsın ‘’ demiş.

Sabah olunca adam ağabeysinin dediğini dediklerini yapmış. Ateşi yaktıktan sonra karısına, ‘’Allah’ını seversen kendini at’’ deyince kadın hemen ateşe atlamış. Ateş bir anda su olmuş ve kadın da bir balığa dönüşmüş ve suda yüzmeye başlamış. Ateş yanan yerin birden göl haline geldiğini ve karısının da balık olduğunu gören adam da kendisini suya atmış o da karısı gibi balık olmuş ve birlikte yüzmeye başlamışlar…’’

Köylülerin anlattığına göre bu gelinin ve kocasının dönüştüğü balıklardan mütevellit balıklar mukaddes sayılmış ve hiçbir zaman avlanıp yenilmemişler.

Başka anlatıya göre; Söğütlü köyü Rus işgali altındayken, Rus komutan bu balıklardan askerlerine yedirir. Fakat bütün asker bir-iki gün içinde telef olup gider. Bir söylentiye göre ise, bu balıkların bir kısmı yeşil sarıklı birer asker olup harbe gitmişlerdir. Harpte yaralanıp gelenlerin, bugün göldeki yaralı balıklar olduğu hususunda halk arasında yaygın bir kanaat söz konusudur…’’

          3) Bilge Seyidoğlu’ndan iki diğer rivayet;

‘’… Erzurum’un Rus’lar tarafından işgal edildiği bir günde Rus ve Ermeni askerleri bu köyde bulunan gölün etrafında oturmuş bir yandan kendi kendilerine eğlenirken bir yandan da balık kızartıyorlarmış. Osmanlı ordusu ile alay ederek şu şekilde konuşuyorlarmış:  “Eğer bu tavada kızaran balıklar canlanır suya atlarlarsa Osmanlı ordusu da canlanır…’’

Onlar böylece Osmanlılarla alay ederken aniden gökte şimşekler çakmaya başlamış askerler neye uğradıklarını şaşırmışlar, bu sırada tavada kızaran balıkların suya atladıklarını görmüşler. Bu hadiseden kısa bir süre sonra Osmanlı ordusu gelip işgal edilen yerleri kurtarmış. Balıkların üzerinde bugün bulunan yanık izleri de o zamandan kalmaymış.

Bu köyün halkı bugün balıkları avlamaz onları mukaddes kabul eder. Balıkları kim yakalarsa onun başına Allah’tan büyük bir bela geleceğine inanılır. Bu göl ve civarı bir mesire yeri ve gençlerin dilek yeri olarak kullanılmaktadır. Balıkların yemi de halk tarafından temin edilmektedir…’’

         4) Diğer bir Rivayet

”… Bir gün, köyden bir adam gölde tuttuğu balıkları eve getirir ve karısına balıkları kızartmasını söyler… Kadın balıkları tavaya koyar ve kızarmaya başladığında, kızaran balıklar tavadan kaybolur. Adam ve karısı gördükleri durum karşısında hayrete düşerler ve kendilerini korkudan dışarıya atarlar ve göle kadar giderler. Kızartmaya çalıştıkları balıklar sırtları kızarık şekilde gölde yüzmektedirler. O günden sonra bu balıklar kutsal sayılır ve hiç kimse bu gölden balık tutmaz. Göldeki balıkların her birinin muhtelif yerleri yanık gibidir. Bunun tavadaki kızarıklıktan ileri geldiği söylenir. Hatta Urfa’da balık ölümleri yaşandığı sırada bu göldeki balıkların öldüğü söyleniyor…’’

         5) Balıklı Göl’de yaşayan balıklarla ilgili diğer efsaneler ise halk söylenceleri ise şöyledir;

1974 yılında yapılan Kıbrıs barış harekâtı sırasında gölde balık kalmadığı, harekâtın bitmesiyle balıkların ortaya çıktığı ve hepsinin yaralı olduğu anlatılan efsanelerden sadece birisi. Bir başkasında ise, bir adam tuttuğu balıkları kızartmaya başladığında, kızaran balıklar tavadan kaybolur. Adam gördükleri karşısında hayrete düşer. Korkudan göle kadar gider. Balıkların sırtları kızarmış şekilde yüzdüğünü görür. O günden sonra bu balıklar kutsal sayılır ve hiç kimse bu gölden balık tutmaz… 

Alvarlı Muhammed Lütfi  Efendi’nin Söğütlü Köyü’ne gidenlere  balıklar için ekmek gönderdiği  ve  “Büyük balığa  selam söyleyin… ” dediği köylü halkı tarafından anlatılan diğer söylenceler arasındadır.

                                                                                 

19-) TORTUM GÖLÜ EFSANESİ;

Tortum Şelalesi ve Tortum Gölü hakkında başlıca efsaneler bir yandan Tortum ilçesinin adı, bir yandan Tortum Gölü ve bir yandan da Tortum Şelalesi için üretilen biçimleri hayli zengin bir içeriğe sahiptir.

         1) En başat Efsaneye göre Tortum adı bir güzel kızın adından gelmektedir.  Rivayete göre :

dönemin Üngüzek - Ağcakale, Ağcakala - beyinin çok güzel bir kızı varmış. Adı Tortum olan bu kız güzelliğiyle dört bir yanında bilinir ve sevilirmiş. Kızı sevenlerden biri de dönemin Tortum’daki kalebeyinin oğlu imiş. Kalebeyinin oğlu Üngüzek beyinin kızını çok sevmesine ve istemesine rağmen bir tülü alamamış.

Nihayet Tortum Kale deki bir yiğit çokça para ve kadın eşyalarıyla bu meseleyi halledeceğini söyleyerek satıcı kılığında Üngüzek e gelip, Tortum adlı bu güzel kızı kaçırıp beyin oğluna götürmüş. Beyin oğluyla evlenen Tortum fazla yaşamamış ve gerek hasretten gerekse başına gelenlerin ağırlığından hastalanarak ölmüş. Rivayete göre de adının bu topraklara verilmesini vasiyet etmiştir.

         2) Bilge Seyidoğlu’nun kitabına göre;  Tortum’a ilişkin efsanenin göl ile ilgili versiyonu şöyledir;

Tortuma bağlı Uzundere Hars (Uludağ) köyünden bir çoban sürüsünü otlatırken, gaipten bir ses işitir  ‘…Geliremm..’  Buna çok şaşıran çoban sağına soluna bakar, hiç kimseyi göremez. Kendi kendine vehimlendiğini  zanneder. Sürüsünü akşama kadar otlatır ve köyüne döner. Çoban ertesi gün yine aynı yerde aynı sesi bir kere daha işitir. Yine kimsecikler yoktur. Bu hadise üçüncü günde aynen tekrarlanınca çoban köyün büyüklerine konuyu danışarak konuşur. İçlerinden güngörmüş bir yaşlı köylü çobana duyduğu sese şöyle cevap vermesini tembihler; ‘… Evlat, yarın da aynı sesi yine işitirsen,  gel bakalım ne yapacaksın!’ de ki, hele bakalım ne olacak…’ diye tembihte bulunur. Nihayet bu sesi duyduktan sonraki 4. gün çoban ihtiyar köylünün dediğini yapar ve esi işitir işitmez cevap verir; ‘… Gel bakalım hele, gel, ne yapacaksın…’Çoban bu sözleri söyler söylemez eteklerinde sürüsünü otlattığı dağın yarısı kopar ve aşağıdan akmakta olan Tortum Çayı’nın önünü kapatır.Böylece bir tarafta göl diğer tarafta kayalardan taşarak akan Tortum Şelalesi meydana gelir.

         3) Bilge Seyidoğlu’nun aktarımına göre; yukarıda anlatılan rivayetin bir diğer versiyonunda ise, şimdilerde:

Tortum gölünün olduğu yerdeki zengin ve varlıklı bir köyden ‘Hasköy’den söz edilir. Sırtını Kemerlidağ’a yaslayan bu köyde çok güzel bir kız yaşarmış ve her gece Tortum çayından su almaya gidermiş. Nihayet bir gece gaipten ‘…Kaçın Geliyorum…’ şeklinde bir ses duymuş ve o sese cevap vermiş. ‘ Gel Bakalım, ne olacak…

         4) Bilge Seyidoğlu’nun aktardığı bir başka rivayette ise,

Bir çoban ile hırslı ve cimri bir Ağa’nın hikâyesi anlatılır. Çoban her gün dağdan bir parçanın yavaş yavaş ayrıldığını görerek bu yerinden oynamayı ölçmeye başlamış ve büyüyen hali ağaya haber vermiş. Böylece geldim, geliyorum, kaçın diyerek kopmaya başlayan dağ parçası haziran ayında bir gün kuşluk vakti köyün üzerine çökmüş ve köyden meyve yükü tutmaya çıkan birkaç kişiden başka kimse kurtulamamış. Etrafın 7 gün toz dumana kesildiği bu çöküş hikâyesi oldukça manidardır.

Bu versiyona ek olarak, Tortum gölünün buz tutması ve üzeri buz tutan gölden bir çobanın sürüyü geçirirken buzun kırılması sonucunda bütün sürünün boğulması ile ilgili anlatılan hikâyedir. Bu hikâyede çobana inanmayan ve ona türlü haksızlıklarla işkenceler eden zalim ağanın çatlayıp ölüşü ile alakalı olanıdır…

          5) Bilge Seyidoğlu’nun naklettiği bu konudaki bir başka efsane ise;

Daha çok Şelalenin oluşması ilgilidir. İşine sadık ve namuslu bir çobanın anlatıldığı bu versiyonda ise; yine Tortum gölünün bulunduğu yerde var olduğu söylenen bir köyden söz edilir.

Dağda hayvanlarını güden çobanın uyuduğu sırada ‘Çıkın…, çıkın…’ şeklindeki uyarı dolu sözleri bütün köye anlatması ve gelecek olan felaket konusunda köylülere söz anlatamaması ve bunun üzerine sürüsünü de alarak köyü terk edişi anlatılır.

Çobanın köyü terk edişinden bir gün sonra şiddetli bir zelzele sonrasında dağ köyün üzerine göçer, köyün önünü kapatarak burada bir gölün oluşumuna neden olur.  Günümüzde bu gölün Tortum gölü olduğu ve dağdan göle doğru akan kuvvetli suyun da Tortum şelalesi olduğu kabul edilir…

20-) UMUDUM BABA EFSANESİ;

Umudum Baba ziyareti Erzurum’a bağlı Umudum köyündedir. Ziyaret köy camisinin içindedir. Burada Umudum Baba’nın yeşil sandukalı mezarından başka on mezar daha vardır.
Bahse konu ziyaret yeri; Abdurrahim Şerif Beygu’ya göre köyün yarım saat kadar batısına düşen bir mağara bulunmaktadır. Bu mağaraya Kalur mağarası yerel ifadeyle Kalor mağarası da denilmiştir.

Rivayete göre Umudum Baba buraya gelip yerleşmiş ve burada ölmüştür. Köy de onun adını almıştır. Ayrıca Evliya Çelebi’nin yazdıklarına dayanarak: “Umudum Dede karyesine geldik. Bir kûh-ı bülendin dameninde yüz haneli abadan bir köydür. Umudum Dede medfun olup ziyaretgâhı has ü avamdır.” Böylece Evliya Çelebi’de Umudum Baba’nın halk sofilerinden bir zat olduğunu söylemiştir.
Nitekim Bilge Seyidoğlu’na göre de başlıca 6 ayrı rivayet olarak bildiğimiz bu halk rivayetlerinden başka mevcut durumda Umudum Baba hakkında tarihi bir belge olmadığı gibi, başka rivayette yoktur...

Bu rivayetler ise şöyledir;

Umudum Baba -1

Tamamı Bilge Seyidoğlu’ndan alınan bu rİvayetlerden ilkine göre; Sultan Murat bir zaman Erzurum’a gelir, ki bu dönemde yedi sene kar yerden kalkmamış, çok şiddetli bir kış hüküm sürmektedir. Sultan Murat Karaz köyü’ne gelir ve burada bir keşişle karşılaşır. Keşişe: “Bu zamana kadar nasıl dayanabildin?” diye sorar. Keşiş de: “Servetim sayesinde, şevketlim” diye cevap verir. Sultan Murat çıkıp etrafına bakınınca çok uzaklarda tüten bir duman görür. “Umudum var ki burada insan bulunsun” diyerek dumanın tüttüğü yere doğru ilerler. Dumanın çıktığı yere iyice yaklaşınca bir medrese görür. Medresede üç beş kişi oturmuş sohbet eder haldeymişler. Sultan Murat ortalarındaki şeyhe sorar: “Sen bugüne kadar nasıl kaldın?” Şeyh: “Allah’ın lutfiyle” diye cevap verir. Sultan Murat bu köyden ayrıldıktan sonra bu dervişin adı Umudum Baba, köyün adı Umudum Köyü Olarak kalır.

Umudum Baba
-2

Çok eskiden Erzurum ovası henüz yerleşim yeri olduğu zamanla Batı’ dan buraya bir kafile gelir, konaklamak için uygun bir yer arar. Uzun süre bu konaklayacak bir yer araştırır fakat bulamazlar. Bir süre ovada dolaştıktan sonra çok uzaklarda tüten bir duman görürler. Kafile başkanı tüten dumanı görünce: “Bir umudum daha kaldı” der ve tüten dumanı takip ederek bir köye gelirler. Köyde ak saçlı bir ihtiyar adam yaşarmış. Köyde ondan başka kimse yokmuş. Gelen misafirleri bu ihtiyar ağırlar ve mevsimin kış olmasına rağmen onlara hıyar, domates gibi yaz meyveleri ikram eder.
Kafile dinlenip karnını doyurduktan sonra köyden ayrılıp yoluna devam eder. Burada rastlanılan ermiş ihtiyarın adı da o günden sonra Umudum Baba olarak kalır Nitekim söz konusu yerde bulunan köye de Umudum Baba Köyü adını verilir. Bugün köyün adı Umudum’ dur.
Umudum Baba’nın türbesi de ziyaret haline gelmiştir.

Umudum Baba -3

Bu rivayete göre ise Umudum Baba’nın asıl adı Ahmet’tir. Onun bu civarlarda yaşadığı dönemde Erzurum’da bir ara yedi sene kış olur, Erzurum halkı başka yerlere göç ederler. Kar o kadar çoktur ki, Ulu Cami dahi ağzına kadar karla dolmuş ve vahşi hayvanlar caminin içine yerleşmiştir.
Yalnız Umudum Baba Erzurum’da kalır. Devrin padişahı Erzurum’a gezmeye gelir. Ovada bir dumanın tüttüğünü görür. Bu işte bir keramet var diyerek dumanın yakınına kadar gider.

Dumanın tüttüğü evde Ahmet’le karşılaşır. Ahmet padişahı Padişah gibi karşılar ve onu ağırlar. Nitekim Padişah ise; “Ahmet benim padişah olduğumu bildi eğer keramet sahibiyse bize bu kır yerinde taze üzüm bulur yedirir” diye içinden geçirir.
Bir ermiş kişi olan Ahmet padişahın içinden geçenleri anlar ve gider padişaha üzüm getirir. Padişah ve yanındakiler bu üzümden ne kadar yerlerse yesinler üzüm tükenmez. Padişah bunun üzerine: “Babacığım sen bunu yine dolabına koy, başka misafirlerin gelirse onlara da yedirirsin” der ve Ahmet’e Umudum Baba Adını vererek vedalaşıp ayrılır.

Umudum Baba -4

Bir başka rivayete göre de; bir tarihte Erzurum’da şiddetli bir kış olmuş ve Sultan Murat bu sırada Erzurum civarında gezmeye çıkmıştır.
Hava oldukça soğuk olduğu için Sultan soğuktan yılmış ve oldukça acıkmış haldeymiş. Nitekim uzaktan bir köy görünmüş. Sultan, ‘İşte burada bir umudum var...’ diyerek bu köye gelir. Kafile en yakın evlerden birine yerleşir ve yolda canının istediği kebap dahil olmak üzere her şey Sultanın önüne getirilir.
O günden sonra bu köyün adı Umudum, onu misafir eden adamın adı da Umudum Baba olarak kalır. Bu köyde Umudum Baba’nın yaptırdığı söylenen bir camii, caminin içinde de 11 mezar vardır. On mezarın Umudum Baba ailesine, 1 mezarın ise Umudum Baba’nın bir talebesine ait olduğu söylenmektedir.
Köydeki Umudum Baba pınarının önünde bir göl meydana gelmiştir. Yaylaya çıkan köylüler hayvanlarını bu pınara sokarlar. Bu suyun hayvan hastalıklarına iyi geldiğine inanılır.

Umudum Baba -5

Bir başka rivayete göre ise; Sultan Murat Erzurum’a geldiğinde çok ağır bir kış varmış. Hem de bu kış yedi yıldan beri devam ediyormuş. Göçler birbirini izlemiş ve neredeyse şehirde kimsecikler kalmamış.

Padişah Karaz köyü’ne gittiğinde hayatta kalan tek bir kişi tarafından karşılanmış ki, bu da köyün papazı imiş. Durum karşısında hayrete düşen padişah, papaza nasıl yaşaya bildiğini sormuş. O da cevap vererek demiş ki: “Ben para kuvvetiyle, karşı köydeki bir şeyh de din kuvvetiyle hayatta kalabildik.” diye cevap vermiş.

Padişah, dışarı çıkıp yoluna devam etmiş ve uzaktaki köylerden birinde yükselen bir duman görüp “Ümit ederim ki, orada bir kimse vardır” demiş. Ve ilave etmiş: “Bakalım oradaki şeyh gerçekten ermiş bir kişi ise, benim kim olduğumu anlar, bir kara koç kurban keser ve taze salatalık ikram eder.” diyerek içinden geçirmiş.
Köye geldiklerinde karşılarına çıkan Umudum Baba gelenlerin başında bulunan zata “Padişahım” diye hitap etmiş ve huzurunda derhal kara bir koç keserek, yemekten sonra da taze salatalık ikramında bulunmuş.
Böylece Padişah ve maiyetindekiler şeyhin ermişliğine inanmışlar. Ayrılacağı sırada ondan muradını soran padişahtan, köyün kendisine bağışlamasını dilemiş ve bu dileği yerine getirilerek köy babanın oğluna tapulanmış.
Bu rivayette kaydedildiğine göre; Umudum Baba padişaha ayrıca bir binek bir kır tay hediye etmiş ve Bağdat’ı onunla fethetmesi temennisinde bulunmuştur.

Umudum Baba -6

Sultan IV. Murat döneminde Erzurum’da yedi sene süren büyük bir kış olur. Ulu Cami’nin avlusunda yaban keçileri dolaşmaya başlar. O kadar kıtlık vardır ki; bu keçiler bile birbirlerinin beynini yiyerek kışı geçirmeye çalışırlar.

Bu kışlardan birisinde Sultan Murat Erzurum’a gelir. Yorgun ve açtır. Konaklamak için bir yer arar ve uzaktan yükselen bir duman görür.

Dumanın tüttüğü eve iner. Evde bir şeyh ve müritleri oturmaktadır. O havada sofralarında taze üzüm bile vardır. Sultan Murat Şeyh’e: “Acaba hava açar mı?” diye sorar. Şeyh: “Umudum var ki açar” diye cevap verir. Böylece bu mekanda konaklayan Sultan Murad’ın canı taze salatalık ister. Aklından salatalıkları geçirdiği an sofrada tabak içinde taze salatalıkların olduğunu görür.

Sultan Murat tekrar sorar: “Hava acaba açacak mı acaba yola çıkabilecek miyiz?” Şeyh bir müridini dışarı yollar ve “Allah’ın izniyle o da olur.” diye cevap verir. Biraz sonra dışarı çıkan şeyh geri döner ve etrafın günlük güneşlik olduğunu haber verir. Sultan Murat da bunun üzerine askerlerinin toplar ve yola çıkar.

O günden sonra şeyhin adı Umudum Baba olarak kalır.

                                                                                    

Derleme;
[Cemal Almaz, Şahin Torun / İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü]
Kaynakça;
Bilge Seyidoğlu;  Erzurum Efsaneleri : Dergah Yay. Erzurum Kitaplığı 1997 – 2018
Bilge Seyidoğlu;  Erzurum Efsaneleri : (Dergah Yay. Erzurum Kitaplığı 2018 Erzurum Büyükşehir Belediyesi Yayını)
 İ.Hakkı Konyalı: Abideleri ve Kitabeleri ile Erzurum Tarihi