Erzurum İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü

Hikayelerle Erzurum Türküleri

HİKAYELERİYLE ERZURUM TÜRKÜLERİ

SÜMMANİ BABA – RÜYA VE BADE –

Erzurum Narman Samikale doğumlu Aşık Sümmani Baba’nın gerçek adı Hüseyin’dir. Babası yörede bilinen Kasım oğullarından Hasan Bey’dir. Kayıtlara göre, Aşık Sümmani 1861 yılında Erzurum ili, Narman ilçesi, Samikale Köyü'nde doğmuştur. Aile tarihine göre ise Sümmani’nin ataları bu köye Kafkaslardan göç etmişlerdir. Aşık Sümmani’nin ailesi Samikale’de çobanlıkla geçimini sağlayan bir ailedir. Küçük Hüseyin - Sümmai 10-11 yaşlarındayken babasıyla birlikte çobanlık yapmış ve böylece yörenin dağını taşını tanıma imkanı bulmuştur. Babası ile çobanlık ettikleri ve danalarını otlattıkları yerlerin başında ise Ablaktaş adlı yer gelmektedir.

Böylesi kendince keyifli ve bir o kadar da yorucu günlerden bir gün yine çobanlık etmekteyken küçük Hüseyin gide gide Şekerli Düzü' ne kadar gitmiş, tek başına hayvanlarını otlatmayken bir atlının kendisine doğru geldiğini görüp öylece kalakalmıştır.  Ağır ağır ona yaklaşan atlı, Hüseyin'e selam vermiş ve adını öğrenmek istemiştir. Bu kısacık tanışmadan sonra uzaklardan gelen atlı ona aç olduğunu söyleyip ondan ekmek istemiş ve ayrıca köylerinde nerede misafir olabileceğini sormuştur. Adamı dinleyen Hüseyin dağarcığındaki üç arpa ekmeğinin yarısını atlıya verince de onun bu cömertliği atlı adamın çok hoşuna gitmiş ve ona şöylece anlatılan bir öğüt vermiştir.

Oğul, sana bir dua öğreteyim. Bu duayı kırk gün oku

Böylece Hüseyin’ e duayı öğreten adam, ayrıca ona cebine yüz küçük taş koymasını her okuyuşunda da bir taşı çıkarıp atmasını öğütlemiştir. Atlı adamdan öğrendiği duayı kırk gün boyunca okuyan Hüseyin artık duaya bütünüyle alışmış, kendini duaya vererek okuya okuya hayvanlarını otlatmış ve son gün yine hep gittikleri Ablaktaş'a kadar gitmiştir. O gün Cuma olduğu için babası ise Cuma namazını kılmak için köyde kalmıştır. Vardığı Ablaktaş'taki çeşmenin yanında hayvanlarını otlatmaya bırakan Hüseyin daha önce babasıyla da namaz kıldıkları bu yerde bir an namaz kılmaya niyetlenmiş, saat olarak tespit ettikleri bir taşı ufkuna alıp biraz uyuduktan sonra namazını kılma hayaliyle öylece uykuya dalmıştır.

Hesabına göre güneş taşa isabet ettiği zaman uyanmayı tasarlayan Hüseyin uyku sırasında uyuduğu çeşme başına kırk yeşil güvercinin geldiğini, sonra kaybolduklarını ve güvercinlerin gidişini takiben üç dervişin belirdiğini görür. Nihayet gördüğü dervişler rüyasında Hüseyin'e abdest aldırırlar ve birlikte namaza dururlar. Bu rüyasını sonradan bir dörtlüğünde şöyle anlatır Sümmani;

Vardım saf saf olup durmuş divana / Ben de el bağlayıp geçtim bir yana
Meylimi bağladım gari  Sübhan’a / O güzel Allah'ı gözler gözlerim…

Daha sonra Hüseyin'i ortalarına alan dervişlerden biri elindeki tablada duran üç dolu bardaktan birini ona ikram eder. Bundan şüphelenen Hüseyin ilkin bardakların içindekileri şerbete benzetemediği için dervişlerini ona bir oyun oynadıklarını hatta belki kendisini kandırdıklarını dahası ona içki içireceklerini sanarak, ne kadar zorluyorlarsa da ona ikram ettikleri şeyi içmiyor ve nihayet dervişler onu ikna edemeyeceklerini anlıyorlar. Rüyasında kıskıvrak yakalayarak zorla da olsa, ancak şerbete batırdıkları parmaklarını Hüseyin’in ağzına sürebiliyorlar.

Tam bu esnada uykudan uyanan Hüseyin, zar zor kendine gelince bir güzel rüya gördüğünü anlar ve ağzında İnanılmaz bir lezzet hissederek tekrar uykuya dalar. Uykuda yine karşısına çıkan dervişleri şimdi iyiden iyiye benimseyip seven Hüseyin tam eline bardağı alıp içmeye hazırlanırken, dervişlerden birinin ona; 

EyOğul, buna aşk badesi derler. Sevdiğin kız aşkınadır. Kızın adı Gülperi'dir. Bedahşah kentinde Şah Abbas'ın kızıdır. Sen Onun. O da senindir. Birbirinize aşık maşuk'sunuz…

Diye seslendiğini işitir. Nihayet ona Gülperi'nin cemalini gösterirler.  Üç bardak şerbet Hüseyin'e. üç bardak ta Gülperi'ye verirler. Sonra da Hüseyin’e yeşil mürekkeple yazılı bir kitap okuturlar.

Üç harf okuttular yeşil yapraktan / Okudum harfini noktasın tek tek...

Böyle böyle uykudan uyanan Hüseyin epeyce şaşkın olsa da, anlayacağını anlar, hayvanlarını da yakınında göremeyince köyün yolunu tutar ve bu sefer de uyanıkken bir başka atlıyla karşılaşır; bir süre ona bakan atlı adam;

Hüseyin, korkma oğlum, sen ereceğine erdin. Bundan sonra senin mahlasın Sümman, dünyada kavuşmak senin için haram… diye konuşur ve yoluna devam eder.

Bu halde köye varan Hüseyin eve girdiğinde annesini, babasını uyandırıp onlara rüyasını ve gördüklerini anlatır. Çok şaşıran babası bir yandan oğlu için endişelenirken bir yandan da ertesi sabah köylülere, çobanlığı bıraktıklarını belirtir.  Aradan otuz kırk gün geçer, günler geçtikçe Hüseyin’in aşkı da ziyadeleşir. Girdiği hallere bakarak herkes onun hastalandığını, Cin’e Peri’ye karıştığını sanır ama Hüseyin her geçen gün daha da derinleşerek halini sürdürür, sağlığına kavuşur ve yaşına göre ondan beklenmeyen bir kuvvetle çalıp söylemeye başlar. 

 

İşte böylesi günlerden bir günün akşamında o zamanlar çokça önemli bir eğlence niteliğindeki sıra gecelerine katılarak çalıp söylemek için babasına yalvarır ve gecelere katılmak İstediğini söyler. Katıldığı gece de sıra ona geldiğinde çalıp söyleyen çoğu usta bunu kabul etmeyerek, onun çocuk olduğunu söyleseler de çalıp söylemeye başlayan Hüseyin, gönlüne işlemiş haldeki Sümmani’ce seslenince nasıl bir yeteneğin sahibi olduğunu gösterir ve sazıyla sözüyle sıra gecesindeki tüm âşıkların sazlarını yere bıraktırır.

Değil mi  ki, o çocuk Hüseyin, artık  büyük Aşık Sümmani olarak bade içmiş bir ‘Hak aşığı’ dır…

…………………………………………………………………

 
DAĞLAR SENİ DELİK DELİK DELERİM

Bu türkümüzün yakılış hikâyesi çok eskilere dayanır. Malum, Aslı ile Kerem'e kadar uzanır. Bilindiği gibi Aslı ile Kerem arasında onulmaz bir sevda yarası vardır; hicran yarası vardır. İşte bu türkü de, Kerem ile Aslı'nın sevda yarasından süzülüp akan acı ve hüznün anlatır bize... Anlatılana göre Aslı bir keşişin kızıdır ve Kerem ile birbirlerini çok sevmektedirler. Aslı'nın babası, kızını Kerem'e vermek istemez. Kızını Kerem'e vermemek için de türlü bahaneler ortaya koyar ama bunların hiç birine aldırmayan iki sevdalı yüreğin bir gün kavuşma umutları hiç sönmeden büyür de büyür…

 Aslı'nın babası son çare olarak kızını Kerem'den uzak tutmak için göç etmeye karar verir. Nitekim bir günün gecesi cümle alem uykudayken, karısını ve kızını alel acele uyandırarak göç edeceklerini bildirir.

Bu hal karşısında zavallı Aslı, Kerem'e bir türlü haber ulaştıramaz. Babası onu çok hazırlıksız yakalamış, gecenin bir vakti göç yüklenmiş ve uzak diyarlara doğru yola çıkılmıştır artık.

Aslı’nın babasına da bu hali çok görmemek gerekmektedir. Nihayetinde gurbete gitmekte yani terki diyar etmektedirler. Aslı iki gözü iki çeşme, o çocukluğunun geçtiği, gönlünde sevgi çınarlarının kök salıp yeşillendiği güzel yurduna karanlıklar içinde veda etmekte, sanki anılarına baka baka gitmektedir.

Bu sırada sabahın ilk ışıklarıyla uyanan Kerem, yüreğinde bir burukluk hissetmiş, ve  "Acep Aslı’mın başına bir hal mi geldi" diye hemen keşişin evine gitmiş ve bir tuhaflık olduğunu anlayarak, konu komşuya sorunca  durumu anlamıştır..

Nitekim, Kerem de eş dostla helalleşip "Aslı gitmiş. Artık beni bu yerlerde hiç bir şey eyleyemez," diyerek heybesini yüklenip yollara revan olmuştur. Bir rivayete göre keşiş gide gide Tebriz dolaylarından Erzurum'a kadar ulaşmış, Erzurum'da kısa bir mola verilmiş, Hacılar Hanı denilen bir hana ulaşmışlardır. Bu kısa dinlenmeden sonra ise  batıya, Ilıca'ya doğru yola koyulmuşlardır.

Aslı’nın babası olan keşiş oldukça kararlıdır. Kerem'den uzaklara, çok uzaklara götürecektir Aslı'yı. Nihayet sanki izlerini takip edercesine çok geçmeden Kerem de Erzurum’a ulaşmış, Hacılar Hanına varmış ve  bir süre soluklandıktan sonra sazını eline alarak sevdiğinde söz ede ede, dinleyen cemaate Aslı'yı görüp görmediklerini sormuş ve oradaki ekli hal, ehli dil birinden durumu öğrenerek içi yana yana Aslı’nın ve ailesinin peşi sıra tekrar yola koyulmuştur.

Keşiş bu hal ile yoluna devam ededursun, onların Ilıca'ya doğru yola çıktıklarını öğrenen Kerem de peşleri sıra yoluna devam etmiş, sanki Aslı'nın çok yakından kokusunu almışçasına cana gelmiş,  heyecanla dolmuş ve umut içinde yolculuğuna devam etmiştir. 

Böylece onlar kaçarcasına gider, Kerem de onları takip ederken, kar yavaş yavaş erimeye başlamıştır, her yer yemyeşil, başı karlı Palandöken bir yanı beyaz, bir yanı mor, bir yanı yeşil halde uzanıp gitmektedir.  Baharın henüz taze bir demidir.  Kerem’in aşkı ve hüznü boyunu aşmış adeta Palandökenin zirvelerine ulaşmıştır.

Dayanamayan kerem daha fazla gitmeyip bir taşın üstüne oturmuş, uzun uzun, sessiz sakin dağları seyrederken, içten içe; "Dağlar sizin başınız niye böyle dumanlı. Siz de mi benim gibi yardan ayrıldınız" dercesine derin derin bir acı çekmektedir. 

İşte böylece Aslı'nın hasretiyle yanan Kerem, oturduğu taşın üstünde tam da şöyle seslenmiştir;

Dağlar seni delik delik delerim / Kalbur alır toprağını elerim.

Sen bir kara koyun ben de bir kuzu / Sen döndükçe ardın sıra melerim.

Aslı'm gitti yaylalara dayandı / Benim burda kalışıma ne dersiz?

İki dinli bir cahilin elinden / Sararıp da soluşuma ne dersiz?

Bayram gelsin kına yakım destime / Haber yollum yarenime dostuma.

Ben ölürsem Aslı'm gelmez üstüme / Garip garip ölüşüme ne dersiz?

Dağlar senin ne karanlık ardın var / Lale, sümbül, mor menekşe derdin var.

Herkesin bir vatanı var yurdu var / Benim böyle (yurtsuz) kalışıma ne dersiz?

Ben Kerem'im, Keremliğim bildirdim / Düşmanım ağlatıp, dostum güldürdüm

Hey ağalar yarim elden aldırdım / Melul mahsun kalışıma ne dersiz?

Kaynak kişiler: Âşık Erol ERGANÎ

Derleyen: Merdan GÜVEN)

Ek kaynak: Kerem ile Aslı Hikâyesi (Şükrü ELÇİN)

(Not):  Bu Türkü esas olarak Sivas yöresine ait olup; bir varyant olarak, hikayesinde Erzurum Ilıca bölgesi de geçen bir hikaye biçimi günümüze kadar ulaşmıştır.

……………………………………………………………………….

 

BEBEĞİN BEŞİĞİ ÇAMDAN…

Önce Kazım Yurdalandan bir anekdot hatırlatalım;

O tarihte bütün yurtta her vatandaş askerdi. Fakat Erzurum öyle değildi.
Eli silah tutanı cephedeydi. Erzurumlunun evi hastane, atı, arabası, öküzü ordunun nakil vasıtası, arazisi sahne-i harp - Savaş meydanı- kadını kızı, çocuğu arkacı - orduya yardım götüren - hamal olmuştu...

Erzurumlular 23 Temmuz 1914'e rastlayan Ramazan ayının on altıncı gecesi, Lala Paşa Camii'nde kılınan teravih namazından çıkarken davul zurna çalındığını duymuş, böylece yeni bir seferberlik ilânı ile karşı karşıya kaldıklarını öğrenmişlerdir. O andan itibaren Erzurum'un acı tarihinin sayfaları yazılmaya başlamıştır.

Seferberlik ilan edilmiş, Erzurum'da diğer ahalide halk yerlerini ve yurtlarını terk etmek zorunda kalmıştır. Osmanlı imparatorluğu zamanında memleket sınırları ta Afrika'ya kadar uzanmaktadır ki şimdiki Arap yarımadası Osmanlının hâkimiyeti altındadır. İşte bu seferberlik zamanında Erzurumlu bir delikanlı da askerlik vazifesi için o zaman Osmanlının hâkimiyeti altında olan Şam'a gitmiştir. Gitmiştir ama geride de yaşlı bir ana ve baba ve hamile bir eş bırakır. Hanımı aynı zamanda amcasının kızıdır.

Bu seferberlik sırasında Erzurum ahalisi genel olarak iç Anadolu’ya göç etmiş, seferberlik sonrasında ise sılaya geri dönüş başlamıştır. İşte hem seferberliğe çıkan hem de sonradan geri dönen ahali arasında Şam’a savaşmaya giden delikanlının ailesi ve eşi de vardır. Genç gelin yolda doğum yapmış, böylece hem sılaya geri dönmenin hem de torun sahibi olmanın gönenciyle aile sevince boğulmuş, yola devam edilmiş ama yolda önce delikanlının yaşlı anası vefat etmiş, hem de yeğeni olan geliniyle yola yeniden revan olan kayınbaba, yeni dünya bebeğin beşiğini devenin sırtına yükleyerek yola devam ederler.

Yolun bir dönemecinde bir çam ormanı çıkmıştır karşılarına, çam ağaçlarının içinden geçerek yola devam ederken devenin sırtındaki beşik ağaca takılmış ve öylece kalmıştır. Devrin terbiyesi icabı kaynatasına karşı kelam edemeyen gelin kız bunu gördüğü halde yaşmağının altında da olsa durumu anlatamamış, konuşamamış, içi yana yana yola devam etmişler ve verilen bir kısa mola sırasında devenin üstündeki bebeği kontrole giden kaynata bebeği göremeyince durumu anlamış ve korku ve hüzün içinde bir süre önce içinden geçtikleri çam ormanına varmış, beşiği bulmuş olsalar da bebeği bulamamış, kaybetmişlerdir.

Erzurum hikâyeleri içerisinde en manidar edep hikâyesini barındıran ve abartılı da olsa düşündürücü bir gelenek niteliğindeki bu hal, elbette çok düşündürücü ve bir o kadar da acı bir haldir. İşte bu türkümüz de böyle bir acının yaşanmasıyla söylenmiştir.

Bebeğin beşiği çamdan/ Yuvarlandı düştü damdan

Bey babası gelir Şam'dan / Nenni nenni nenni nenni

Bebeğin beşiği bakır kalkmıyor yerinden ağır / Ben sallarım takır takır nenni nenni nenni nenni

Ek Kaynak / Teşekkür :  erzurumportali.com

…………………………………………………………………….

 

GÜLLÜ KIZ

Vaktiyle Erzurum’un Dumlu beldesinde hali vakti yerinde bir bey varmış, variyetli ama biraz kibirli bir yapısı olan bu beyin Güllü isminde şirin edalı bir kızı varmış, Güllü koşup oynarken zaman hızla geçmiş ve on üç yaşlarına dayanmış, evvelden de sevimli ve oldukça güzel olan Güllü kızımız, büyüdükçe görenleri hayran bırakacak kadar güzelleşmiş ve dikkatleri üzerine çeker olmuş.

Derken beyin evine güllüyü istemeye dünürcüler gidip gelmeye başlamış, bey ise bu şekilde gidip gelenin fazla olduğunu görünce zaten ezelden beri var olan kibri tutmuş ve Güllüyü isteyenlere kızının yaşı kadar okka denginde altın olmadan kızını kimseye vermeyeceğini söyleyerek kesin kararını bildirmiş…

Zamanla dünürcü gelenlerin sayısı azalmışsa da, günün birinde yöremizden bir yakışıklı delikanlı Güllü ’ye olmuş, Güllü ’de delikanlıya aşık olunca zamanla gelişecek bir sevda hikayesi böylece şekillenmeye başlamış. Hikâyenin kahramanı delikanlı da Güllü kızımız da birbirlerini deliler gibi sevmişler ama ne fayda kızı alabilmek için delikanlının on üç okka altını yokmuş. Böyle böyle sevdaları dilden dile konuşmaya başlamışken, fakir delikanlı ne kadar uğraşsa da güllüyü kaçarak evlenmeye ikna edemeyince çaresiz biçimde gurbete çıkıp beyin istediği on üç altını kazanmak için yola revan olmuş…

Böylece gece gündüz demeden çalışmış çabalamış, yememiş içmemiş yıllarca çalışmış on üç okka altını yedi senede biriktirmiş, para denkleşince doğru Dumlu ya dönerek usulünce aracı koyduğu büyükleri vasıtasıyla Güllüyü istetmiş.

Heyhat ki, kızın babasının hoyratlığı tutmuş yine ve bu on üç okka altının Güllü’’yü istemeye yetmeyeceğini, şimdi 20 yaşında olan Güllü için yirmi okka gerektiğini söyleyerek dünürcüleri geri göndermiş…

Aşık delikanlı ne yapmışsa kimi araya sokmuşsa şımarık beyi ikna edememiş, yine mecbur kalmış ve yine yıllarca çalıştığı gurbete tekrar giderek kalan altınlar için çalışmaya karar vermiş.

O iş, bu iş demeden çalışan delikanlı böylece günleri sayarken nihayet, oldukça soğuk bir kış gecesi ağaç kestiği ormanda mahsur kalmış, ve donarak vefat ölmüş…

Aşık delikanlının ölüm haberi Dumlu ya ulaşınca onca yıldır yol gözleyen Güllü hangi derde yanacağını bilmeden, delikanlının ardından işte bu türküyü söylemiş…  

 

Yaz gelende çıkam yayla başına

 Kurban olam toprağına, taşına

 Zalım felek ağu kattı aşıma

 Ağam nerden aşar yolu yaylanın (Bingöl'ün)

 Hanım çıkmış soğuk pınar başına

 Güneş vurmuş kemerinin kaşına

 Henüz girmiş on üç on dört yaşına

 Paşam nerden aşar yolu yaylanın

 Göç göç oldu göçler yola dizildi

 Sürmelenmiş ela gözler süzüldü

O zaman ki elim yardan üzüldü

 Gülüm nerden aşar yolu yaylanın

 Yaylanın kuzusu koçtan seçilmez

 Suyu kardan soğuk olur içilmez

 Anadan geçilir yardan geçilmez

 Gülüm nerden aşar yolu yaylanın

 (Yöresi: Erzurum; kaynak kişiler: Sebahattin Bulut, Remzi DANE, Raci ALKIR,

   …………………………………………………………………………….

 
KIRMIZI GÜL DEMET DEMET

Kırmızı gül demet demet, sevda değil bir alamet, gitti gelmez ol muhannet, şol revanda balam kaldı yavrum kaldı… 

Sözleri ezgisinden, ezgisi hikâyesinden daha yanık bir türküdür bu türkümüz, yaşanmışlıkların acısı buram buram hissedilir okurken, dinlerken…

 Oldukça eski bir türkümüz olan bu acılı türkünün yakıldığı dönem Osmanlının coğrafi açıdan geniş topraklara hükmettiği bir döneme denk gelmektedir.

 Anadolu’ dan hazırlanan ticaret kervanları İpekyolu üzerinden geçerek Revan yani bugün ki Ermenistan’ın baş kenti Erivan üzerinden de işlemektedir, yollar uzun meşakkat fazla, hasret büyük, her yapılan seferin bir sonrakinin hazırlığını oluşturduğu bu seferlere hikayemizin Mehmet isminde henüz bıyıkları yeni terlemiş gencecik bir adam da dahil olmuştur.

Şu koca dünyada anasından gayrı kimsesi olmayan ve anasına düşkünlüğü diller destan olan Mehmet anasını öyle sevmektedir k, her gün geçimlerini sağlamak için ekip biçip mahsulünü sattıkları küçük tarlalarından dönerken yolda gördüğü kırmızı gülleri toplayıp anasına getirmektedir.

Mehmet’in anası için topladığı bu güller o kadar güzeldir ki bakanın içini açmakta ve sanki Mehmet’in bunları hususi olarak yetiştirdiğini sanmaktadırlar.

Nitekim zaman içinde gelip geçen kervanları gören Mehmet, kervanlara heveslenir kendi ürünlerini de o kervanda revana götürmek ister. İlkin buna razı olmayan anası tek evladının oğlunu bu fikrinden vaz geçiremez ve Mehmet kervana katılarak yola çıkar.

Her seferinden daha uzun bir zaman geçmişse de kervanın geri dönüşü oldukça uzun zaman almış, Mehmet’in anası hasret kaldığı gül kokularıyla birlikte oğlunun yolunu beklemeye başlamıştır.

Uzun bir zaman sonra geri dönen kervan içinde maalesef Mehmet yoktur. Yolda kervan ahalisinin büyük çoğunluğu veba hastalığına tutulmuş, çoğusu da ölmüştür. Ölenler arasında anasının tek oğlu Mehmet’te vardır. Kederli annenin o kervan kalabalığı içinde yavrusunu sora sora tekrar tekrar arayışı ise geçen onca zaman rağmen hiç unutulmayacak bir acıyı ele verecek acılıktadır…

Zavallı çocuk, tutulduğu bu amansız hastalıktan kurtulamamış, cansız bedeni yol üstünde bir ağacın altına defnedilmiştir.

Bu acılı türkü de o yüreği yangın yerine dönen ananın dilinden söylenmiştir…         

Kırmızı gül demet demet
Kırmızı gül demet demet

Sevda değil bir alamet
Balam nenni, yavrum nenni
Sevda değil bir alamet
Balam nenni, yavrum nenni

Gitti gelmez ol muhannet
Gitti gelmez ol muhannet

Şol revan’ da balam kaldı
Yavrum kaldı, balam nenni
Şol revan’ da balam kaldı
Yavrum kaldı, balam nenni

Kırmızı gül her dem olmaz
Kırmızı gül her dem olmaz

Yaralara merhem olmaz
Balam nenni, yavrum nenni
Yaralara merhem olmaz
Balam nenni, yavrum nenni

Ol tabipten merhem gelmez
Ol tabipten merhem gelmez

Şol revan’ da balam kaldı
Yavrum kaldı, balam nenni
Şol revan’da balam kaldı
Yavrum kaldı, balam nenni

…………………………………………………………..

 

KARA CAMIŞLARI VURDUM BAYIRA

Her türkünün mutlaka bir hikâyesi olmasa da hikayesi olan veya günümüze kadar intikal etmiş tüm türküler aslında bilinse de bilinmese de,  okuyan herkes ardında yatan bir hikaye varmış gibi okumuştur türkülerimizi. 

Bu güzelim türkümüzün hikâyesi de apayrı bir hüzünle apayrı bir duyguyla yüklüdür.

Türkü de geçen aslında garip bir çobanın hikâyesidir, garip bir çobandır, anasız babasız, kimsesiz ama köylüler tarafından sevilen sahiplenilen bir garip delikanlıdır.

 Yıllardır tek bildiği köylünün malını, davarını otlatmak olan bu garip çobanın, temiz niyetli eli yüzü de düzgün bu delikanlının evlilik çağı gelmiş, kimi yok kimsesi de olmadığından, yıllarca emeğinin geçtiği köylüler vefalı çıkarak, denginde kendi ayarında hanım hanımcık bir kızla nişanlamışlar bu garip çobanı.

Gariban çoban delikanlının düğün günü yaklaştıkça içi içine sığmaz olmuş, o güne kadar tüm biriktirdiği parası ile köyün yakınında bir göz odalı evini yapmış, sabahlara kadar hayaller kurarak orasını burasını işlemiş, hayal kura kura gözüne uyku girmez olmuş

Nihayet düğün günü  gelip çatmış, köylü el birliği ile düğün hazırlıklarına girişmiş, kazanlar kaynamış, davul vurmuş,  zurna çalmış, delikanlı için hayatında ilk defa  giyeceği yeni elbiseler getirtilmiş, berber saç sakal tıraşını yapmış, damatlıklarını giymiş , kendi bile kendisini yadırgamış,  bir yakışıklı halde bulmuş kendini, sanki o gariban çoban genç gitmiş bambaşka bir delikanlı peydah olmuş,…

Düğün böylece devam ededursun gençler halay çekerken bizim çobanın aklı, hayatı boyunca ilk defa ayrıldığı sürüsündeymiş hep, sanki de bu kadar mutluluk delikanlının kursağına çok fazlaymış ki bunu kendisi de hissetmiş.

İşte gariban çoban tam da bu haldeyken,  düğün meydanına gelen haberle sürüdeki iki azgın camışın dövüşe tutuştuğunu öğrenmiş. Camışlar öyle azgınca dövüşmekteymişler ki,  kimse araya girip ayırt edememiş.

Onları hem de tek eliyle bile ayırt edebilecek kadar tanıyan, danalıklarından beri huylarını bilen gariban çoban bu haberi alır almaz hayvanların olduğu bayıra koşar, hayvanlar o kadar kızışmışlardır ki, çayıra kadar inmiş orada dövüşlerine devam etmektedirler, aralarına yabancı birinin girmesi ise tek bir vuruş darbesi ile ölüm demektir…

Yıllardır bu hayvanları otlatan, her hallerini bilen çoban kendinden emin bir halde damatlık kıyafetiyle aralarına girip, ellerini kaldırmış ve neredeyse birbirlerini telef edecek kadar kızışmış haldeki camışlara onların anlayacağı bir ses ve dille haykırmışsa da, gözlerinden adeta ateş çıkan koca cüsseli hayvanlar o yeni kıyafetleri içinde onu tanımadıklarından, uzaktan yeri eşeleyerek tam ortalarında duran çobana doğru koşmaya başlamış ve çoban arada yokmuş gibi vuruşmaya devam ederek, arada çoban olduğu halde boynuz boynuza birbirine girmiş kemikleri kırılan gariban çobanın acılar içinde can vermesine sebep olmuşlardır…

Düğün bitmiş, uzaktan çalan davul ve zurnanın sesi kesilmiş ve sonradan bu acılı türkü söylenegelmiştir…

 

                          Gara Camışları Vurdum Bayıra
                          Döyüşe Döyüşe İndi Çayıra
                          Diyin Güveyiye Gele Ayıra
                          Güveyin İşini Allah Gayıra

                          Giderem Giderem
                          Dudu Gumru Gibi Durmaz Öterem Öterem
                          Gelin helalleşin gardaş giderem

                          Bir Oda Yaptırdım Döşedemedim
                          Üç Günlük Ömrümü Beş Edemedim
                          Zalım Feleginen Baş Edemedim
                          Bu Kara Bahtıma Küsmüş Giderem

…………………………………………………

 

HUMA KUŞU UZUN HAVASININ HİKAYESİ  

Her yörenin kendisine has bir kültürü, sosyolojik yapısı ve yaşanmışlıkları vardır, bu temel değerlerden şekillenen sosyokültürel oluşum türkülerimize de sirayet etmiştir. Nitekim, Erzurum her dönemde savaşların belki de en çok hissedildiği bir şehir olması hasebi ile türkülerinin çoğusu da savaş türküleridir.

Huma kuşu hep manevi bir öge olarak görülmüş bu sebepten Huma kuşuna bazen cennet kuşu da denilmiştir, Huma kuşuna tıpkı Bektaşi kültüründeki Turna kuşu gibi maneviyat atfedilmesinin belki de nedenlerinden birisi günlerce havada yere inmeden uçabilmesi ve hep yükseklerden görülmesidir.

Hikayemizin konusuna gelecek olursak; Erzurum’un Ilıca ilçesine bağlı eski ismi Tikkir yeni ismi Çiğdemli köyümüzde yaşayan birbirlerine sevdalı iki genç Gülbahar ve Mustafa’nın yürek burkan acı yaşanmışlıklarını anlatan bir hikayedir bu ki, nihayetinde bir uzun hava eşliğinde söylene söylene günümüze ulaşmıştır.

Birbirlerine sevdalı bu iki genç büyüklerin onayı alındıktan sonra Muradlarına erer dünya evine girerler, fakat savaş baş göstermiş, eli silah tutan tüm gençler silahaltına alınmıştır, Mustafa da henüz doyamadığı hanımına, anasına, babasına veda edip vatan savunmasına gitmiştir.  Gitmiştir gitmesine ama aradan geçen zaman, günler ayları aylar yılları kovalamasına rağmen ne bir mektup ne de bir haber alınmıştır Mustafa’dan.  Geride kalan Gülbahar ise bu hasretle yanıp kavrulmaktadır eski geleneklerimizde çok büyük bir terki edep sayıldığından bu hasretini içinde saklayıp kimseye diyememekte hasreti, hüznü ve kederi her geçen gün daha da büyüyen bir acı halini almaktadır.

Artık ümit kesilmiştir, anne ve babasının bile Mustafa’nın geleceği beklentisi azalmış, umutları tükenmiş, oysa Gülbaharın o umudu hiç bitmemiştir.

Öyle ki, her gün istisnasız yollara bakıp her geleni

‘ Acaba Mustafa’ mı dır!...’  diye gözleyip hasret çekmesi onu gören herkesin  yüreğini yakmaktadır…

O kadar ki, Gülbahar gökyüzüne bakıp uçan kuşlardan dahi bir medet ummakta bir haber beklemektedir, Nihayet Mustafa’nın babası, Gülbaharın kayınpederi onun bu durumuna dayanamamış ve oğlunu Huma kuşuna benzeterek bu acı uzun havayı okumuştur…

Huma Kuşu yükseklerden seslenir                                   

Yar koynunda bir çift suna beslenir

Sen ağlama kirpiklerin ıslanır

Ben ağlim ki belki gönül uslanır.

Sen bağ ol ki ben bahçende gül olim

Layık mıdır yanim kül olim

Sen bey ol ki ben kapında kul olim

Koy desinler buda bunun kuludur.

 

…………………………………………………………………

ELEDİM  ELEDİM  HÖLLÜK  ELEDİM

Dünya kurulalı beri bu böyledir; acıların sebepleri farklı farklı olsa da her acının hissedildiği yer yüreğin başköşesi olmuştur hep. Sözgelimi;  aşk acısı, ana babanın veya çok yakın bir insanın vefatının acısı, hakeza, savaş yokluk kıtlık vesaire gibi olayların yaşandığı demlerde,  çekilen acılar…

Bütün bunların, hepsinin adı acı elbette, hissedildiği yer yürek ama çeşidi ayrı olduğu gibi verdiği hüzünde daha doğrusu o hüznün acısı da ayrı ayrı olur elbette.

Bu meşhur türkümüzün hikâyesi ise evlat acısı ile acılanmış ve öylece dilden dile söylenegelmiştir. Allah kimseye böyle bir acı yaşatmasın inşallah.

Eski devirlerin Erzurum’un da yeni evli bir çifttir hikâyemizin kahramanları. Henüz yeni evlenmişlerdir ve doğal süreç olarak çocuklarının olması beklenmekte fakat evli çiftimiz geçen onca zamana rağmen bir güzel haber vererek ailelerini sevindirememektedir.

Nihayet daha fazla geçince de artık ümitleri kesilmiş,  ama bir evlat hasreti ile de yanıp tutuşmaktadırlar. Yıllar geçip te bu ümitleri hep boşa çıkınca son çare bir evlat edinmeye karar verirler ve nereden kimden veya hangi şartlarda bulunduğu bilinmese de bir erkek bebeği evlat edinip sahiplenirler…

 

Hikaye bu ya, hiç olmazsa böylece evlat sahibi olan çiftimiz daha bu evlatlıklarını dahi öpüp sevip koklayamadan genç baba vefat eder, dünyada yalnız kalan anne ve minik evlatlığı da böylece bir çok zorluk ve imkansızlıklarla baş başa kalırlar…

Yıllar böylece gelip geçmiş, evlatlık oğlan da büyümüş koca delikanlı olmuş,  bir savaş öncesinde eli silah tutan herkesin askere alındığı bir zamanda cepheye vatan savunmasına gitmiş ve bir zaman sonra da şehit haberi gelmiştir.

Bu acı ile zaten bir köz gibi yanan yüreği daha bir kavrulan annesi içi yana yana işte bu ağıdı yakmıştır…

 

              

               eledim eledim höllük eledim

               aynalı beşikte yavrum bebek beledim

               büyüttüm besledim asker eyledim

               gitti de gelmedi yavrum buna ne çare

 

               bir güzel simadır aklımı alan

               aşkın ateşidir yavrum sineme dolan

               beni kınamasın ehli din olan

               gitti de gelmedi yavrum buna ne çare

………………………………………………………….

 

BİR SANDIĞIM VARDI TELDEN SIRMADAN

Türkümüzün acı hikâyesi savaş üzerinedir ve konusu birinci dünya savaşında geçmiştir. Türkünün iç örgüsünde ermeni mezalimine dair oldukça acılı bir içerik söz konusudur.  Bahse konu dönemde Erzurum ve çevresi adeta akıl almaz mezalimlere sahne olmuştur. işte bu mezalimlerden birisinin hikayesinin geçtiği yer Erzurum un Hasankale – Tımarlı – köyüdür.

Eli silah tutan tüm erkekler vatan savunması için çeşitli cephelerde silahaltına alınmıştır. Şehir merkezi, ilçe ve köylerde kadın, çocuk, yaşlı ve bedensel engelli yurttaşlarımızdan başka hemen hemen genç insan kalmamış gibidir.

 Bir süre sonra Tımarlı köyüne gelen haberle Ermeni çetecilerinin çevre köylere kadar geldiği haber alınmıştır.

Nihayet Tımarlı‘ya kadar gelen çeteciler, savunmasız kadın, yaşlı ve çocuktan müteşekkil köy ahalisini bir araya toplarlar ve bir mereğe kapatırlar. Bu halde mereğe kapatılanlar arasındaki çocuklar olup bitenden habersiz biçimde ;’… bizlere aş ekmek verecekler…’  diye sevinirken köyün yaşlıları durumu anlamışlardır.

Merek kapısını, ot ve samanla karışık barut çuvallarıyla kapatan çeteciler çuvalları ateşe verip mereğin içindeki insanımızın üzerine atarak canlı canlı yakmaya başlamışlardır.

Bu vahşi olayın şahitlerinden Servet isminde sekiz dokuz yaşlarındaki bir erkek çocuğudur ve ablasının kendisini bir taşın altına saklaması ile yanmaktan kurtularak, daha sonra şahit olduklarını anlatmıştır.

Bu vahşi katliamın şahitlerinde olan Servet ‘in aktarımıyla bildiğimiz bu acılı hikâye aynı katliam sırasında Tımarlı köyüne yakın bir başka köyde yaşanan vahşete şahitlik etmektedir. Ermeni çeteciler bu köyde de katliam yapmışlardır. Köyde yaşayan bir kadın önce çocuklarını bir odaya saklamış sonrada namusunu korumak için saklanmış, olaylar bittikten sonra geri döndüğünde ise çocuklarının yanmış cesetleriyle karşılaşınca işte bu ağı dı yakmıştır.                        

 Bir sandığım vardı telden sırmadan;

 Bir çift balam vardı gülden goncadan;

 Seyran kadın saçın yolsun durmadan;

 Gide de gelmeye kötü seneler.

 Seneler seneler hayın seneler

 Gide de gelmeye kötü seneler

 İşte böyle, böyle hal deli gönül

İster ağla ister gül deli gönül 

Kuşmuyduz uçtuz körpe yaşızda;

 Cenazeniz yuna yarın başında;

 Mezarız kazıldı köyün başında;

Not:  Bahse konu bu türkümüz, TRT repertuarında Erzurum- Bayburt yöresine ait olarak kaydedilmiştir…

…………………………………………………………………….

 DÜN GECE YAR HANESİNDE…

 

Amman amman
Dün gece yar hanesinde
Yastığım bir taş idi
Altım çamur üstüm yağmur
Yine gönlüm hoş idi

Amman amman amman
Amman amman amman
Ben yandım seni bilmem

Amman amman amman
Amman amman amman

Bir dağ ne kadar yüce olsa
Dağ kenarı yol olur
Buna bayram gün derler
Dostla düşman bir olur

Amman amman amman
Amman amman amman
Ben yandım seni bilmem


 Erzurum'da bir oğlan, kızın birine sevdalanır. Ama ne sevda…

Oğlan aşkından yanar tutuşur. Fakat kız oğlana yüz vermez. Çarşıda pazarda oğlan kızın peşinde gezer durur deli divane.

Günlerden bir gün kız oğlana hafif bir tebessüm eder ve mendilini usulünce yere bırakır. Oğlanın içinde güller açar, Erzurum'un ayazında, çiçekler tomurcuklanır. Mendili alır, doyasıya koklar. Akşam olunca gider kızın evinin bahçesine ve başlar bu türküyü söylemeye:

Dün gece har hanesinde yar bana yoldaş idi
Altım tiken üstüm yağmur yine gönlüm hoş idi

 

…………………………………………………………………..

SARI GELİN TÜRKÜSÜ

 Kuzeydoğu Anadolu - Erzurum coğrafyasında söylenmiştir…

Türklerin büyük bir kolunu teşkil eden Kıpçakların diğer adı da Kuman'dır. Diğer kavimler, Kıpçakları "sarışın" anlamına gelen "Kuman" adıyla veya bu anlama gelen başka kelimelerle de anmış, adlandırmış ve tanımışlardır.

Sarı Gelin, eski çağlardan beri Çoruh ırmağı boyunda yaşayan Hıristiyan Kıpçak beyinin kızıdır. Erzurumlu bir delikanlı bu Kıpçak beyinin kızına âşık olur.  Faruk Kaleli’ye göre türkü; Erzurumlu delikanlı ile sarışın Kıpçak kızının arasında Erzurum ve yöresinde yaşanan bu  aşktan kaynaklanmış ve böylece söylenegelmiştir.

Türk kültüründen etkilenen Ermeniler arasında birçok şifahî halk edebiyatı ürünümüzün yaşıyor olması, Sarı Gelin türküsünün de bir Ermeni türküsü olduğu iddiasının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu iddia doğru bir iddia değildir. Zira Sarı gelin türküsünün aslında Ermenice kelime yoktur.

Hikayenin kökeninde böylesine bir al olsa da, heyhat ki,  ne delikanlının ne de kızın ailesi bu aşka karşı çıkmakta ve sevenlerin evlenmesine karşı çıkarlar…

Nitekim aşkına kızdan karşılık bulan Delikanlı sarışın güzel kızı kaçırmağa karar verir ve kaçırır. Kıpçak beyinin adamları iki kaçağın peşine düşer ve uzun bir takipten sonra bularak oğlanı öldürürler. O günden beri halkımız arasında bu hikâye dilden dile dolaşır durur.

Türkü Dadaş türküsüdür ve Rahmetli Faruk Kaleli hocamız türküyü derleyerek bugünkü haline getirmiştir...

Sarı Gelin Türküsü

Erzurum çarşı pazar Leylim aman aman leylim aman aman
Leylim aman aman sarı gelin

İçinde bir kız gezer Hop ninen ölsün sarı gelin aman
Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim

Elinde divit kalem Leylim aman aman leylim aman aman
Leylim aman aman sarı gelin

Katlime ferman yazar Hop ninen ölsün sarı gelin aman
Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim

Palandöken yüce dağ Leylim aman aman leylim aman aman
Leylim aman aman sarı gelin

Altı mor sümbüllü bağ Hop ninen ölsün sarı gelin aman
Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim

Seni vermem yadlara Leylim aman aman leylim aman aman
Leylim aman aman sarı gelin

Nice ki bu canım sağ Hop ninen ölsün sarı gelin aman
Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yârim

Türküler bir sevdadır insanımız sevdasını aşkını eskilerde böyle dile getiriyordu. Yoktu o zaman bugünkü gibi görsel ve sesli iletişim araçları ancak türkülerle şarkılarla manilerle dile getirebiliyordu.


Erzurum İl Kültür Turizm Müdürlüğü - Kültür Şube Müdürlüğü

Metin derleme/ Redaksiyon : Murat Karasungur